28 Haziran 2011 Salı

ÇOCUKLAR BOYAMA KİTABI DEĞİLDİR

Bir yıl boyunca hazırlıkları yapılan maratonun ilk koşusu tamamlandı..Sonuçlar açıklandı ama bitmedi, devamı var.

Daha 2'inci, 3'üncü koşu var...

Yol uzun, çetin ve engebeli... Finale ulaşıp ipi göğüsleyeceklerin mutlu mu, mutsuz mu olacakları ise tam bir muamma...

Evet.....

Mutlaka anlamışsınızdır neden bahsettiğimi. Uğruna canlar verilen, stres'ten depresyona girilen ÜNİVERSİTE SINAVLARI...

Çocuklarımızın ve ebeveynlerının olmazsa olmaz olarak gördükleri sınavlar.


Bu yıl 2 aşama. Seneye 1'mi, 2'mi, 3'mü; ne olur bilinmez...
Her an herşey değişebilir. Olmadı yepyeni bir sistem bile gündeme gelebilir ve uygulamaya konabilir; belli mi olur!!!

Burası Türkiye... Sürprizler ve bilinmezlikler ülkesi...

Günümüzde anne ve babaların en büyük isteği çocuklarının iyi bir eğitim almalarını sağlamaktır. Kendi ayaklarının üzerinde durup iyi bir iş bulması, geleceğini garanti alması en büyük hedeftir. Ama nedense bir çok anne baba, çocuğunun meslek seçimi için kararlarını yıllar önce vermişlerdir. Çoğu zaman çocuğun tercihi önemli değildir. Aynen şöyle denir:


-O genç nereden bilecek...Tecrübesiz...

Eğer kazara çocuk, bir kağıt parçası alıp da hayallerini çizmeye kalksa, tecrübe hemen olaya el koyar ve sen sınava çalış, vakitini boşa harcama uyarıları gelmeye başlar.


Belki de bu yüzden ülkemizden bir Mozart çıkmaz, çıkamaz. Fırsat verilmez...

Ama bir de şanslı olanlar var ki, onlar çok küçük bir yüzde. Onlar tercihlerini kendi ilgi ve alanlarına göre yaparlar. Aileleri karışmaz ...

İşte; Mozart'ta bu şanslı grup içindeydi. Matematik'te çok başarısız bir çocuktu. Fakat annesi o nu hiç zorlamadı. Oğlunun mutlu olacağı, sevip isteyerek yapacağı işi yapması için destek verdi. Eğer annesi onu zorlayıp bir matemetik dehası çıkartmaya uğraşsaydı, bu gün o muhteşem eserler olmayacaktı...

Bizim dönemimizde de değişen bir şey yoktu aslında. Yine aile etken bir dönemdi. O yıllar da üniversite tek aşamalıydı.
Sınavdan önce tercih yapılır ve sonuçla birlikte kazandığın okulun adı ve bölümün de belli olurdu. Sınava giren ögrenci sayısı 500 bin civarındaydı. Özel üniversite ise, o yıl açılan tek Bilkent Üniversitesi idi.

Açık Öğretim Fakültesi'de iki yıllık bir geçmişe sahipti...

Dershane şansımız ise, benim doğduğum ve yaşadığım yer olan İstanbul Tuzla'da hiç yoktu. En yakın dershane Kadıköy'deydi. Ulaşım ciddi bir sorundu. Sadece tren vardı. Çok seyrekte olsa minübüsten başka şansımız yoktu.

Üniversite'yi ya ev de çalışarak, ya dershaneye giderek kazanacaktınız...
Bir okula girmeye hak kazansanız bile, bu kez de yurt ve yol problemiyle karşı karşıya kalıyordunuz.
Yurt olmazsa sabah 6 'da yola çıkıp tek vasıta minübüsle gitmek zorundaydınız. Sabah uyuyakalır bir 10 dakika geciktiniz o zaman hadi bakalım trene...
Tren le 2.3o saatlik bir yolculuk ve okula varış...
Yani anlayacağınız ulaşım sorun, yurt sorun, bir de kız çocuğuysanız ailenizi ikna edip okumak, başlı başına bir sorun...

İşte böylesi zor bir dönemdi o yıllarda okumak..

Şimdi ise okumak için şartlar ve imkanlar daha uygun ama bu kez de gelecek kaygısı yaşıyor çocuklarımız.


İyi bir okulu bitirip mezun olsalar bile sonrasında, acaba iş bulabilecekmiyim stresi başlıyor.

İşin aslına bakarsanız; kimin kazandığı ya da kaybettiği değil; ruhen sağlıklı, mutlu, yüreği sevgi dolu, gözlerinin içi gülen bir gençliktir bizim için önemli olan...

İşte böyle şuurlu ve şahsiyetli bir gençliğin; milli -manevi her türlü insani değerlere sahip çıkacağından hiç kimsenin şüphesi yoktur...

Unutulmamalıdır ki;

ÇOCUKLAR BOYAMA KİTABI DEĞİLDİR...ONLARI EN SEVDİĞİNİZ RENKLERE BOYAYAMAZSINIZ.....!!

Sevgiyle Kalın

Hale GÜLOĞLU


27 Haziran 2011 Pazartesi

KARTAL VE TAVUK

Bir zamanlar, büyük bir dağda kartallar yuva yaparlarmış. Bir kartal da 4 tane yumurtası ile bu dağda yaşıyormuş. Bir gün bir deprem olmuş.
Ve yumurtalardan bir tanesi dağdan yuvarlana yuvarlana vadide yer alan bir çiftliğe kadar düşmüş. Bu çiftlik bir tavuk çiftliğiymiş.
Çiftlikteki tavuklar, bu değişik ve normalden büyük yumurtayı sahiplenmeye karar vermişler. Yaşlı bir tavuk bu yumurtayı ve içinden çıkacak yavruyu, koruması altına almış.
Günü dolup zamanı geldiğinde yumurtanın içindeki kartal yavrusu kabuğunu kırmış ve dünyaya gelmiş...Bir tavuk çiftliğinde bulunduğunu ve kendisininde Çevresindeki yüzlerce tavuğun arasında olduğunu görünce kendini de tavuk sanmış ve çiftlikteki tavuklarla birlikte oda bir tavuk gibi büyümeye başlamış.

Yalnızca o kendini tavuk gibi görmekle kalmıyormu,çiftlikteki tüm tavuklar da ona bir tavuk gibi davranıyorlarmış.

Kartal zaman zaman içinden,''Ben çevremdeki tavuklara pek benzemiyorum...
Acaba ben kimim?'' diye geçiriyor ama bu kuşkusunu birtürlü dile getiremiyormuş..Ne de olsa o da bir tavukmuş ve tavuk olduğunu bilmeli ve kabul etmeliymiş.

Birgün çiftlikte öteki tavuklarla oyun oynarlarken,yukarı baktığında bir kaç kartalın özgürce uçtuklarını görmüş. Kendini tutamamış, yüreğinde bir anda oluşuveren coşkuyla haykırmış:
"Aman Allah’ım, ne kadar güzel uçuyorlar. Ben de onlar gibi uçmayı çok isterdim" demiş.

Tavuklar,onun bu sözlerine hep birlikte gülmüşler. "Sen bir tavuksun.''demişler. ''Ve şunu asla aklından çıkarma Tavuklar kartallar gibi uçamaz.''

Küçük kartal, o günden sonra hemen hergün gökyüzüne bakıyor ve gözleriyle uçan kartal arıyormuş... Bir kartal gördüğünde ise çiftlikteki öteki tavukları unutuyor, gökteki kartal gözden kayboluncaya dek büyük bir hayranlık ve özlemle onu izliyormuş.

Sonra da tüm hayranlığını ve özlemini, kartal gördüğü her zaman Ah Tanrım, ne olur ben de onlar gibi uçabilsem!..Ben de onlar gibi özgürce kanat açabilsem göklerde...''
O böyle konuştukça çevresindeki tüm tavuklarda her zaman söylediklerini bir kez daha yineliyorlarmış.''Vazgeç bu düşlerinden....Sen bir tavuksun ve hep öyle kalacaksın... Bırak bu hayalleri."
küçük kartal çevresindeki tavukların hergün birkaç kez yineledikleri bu sözlerinden öylesine etkilenmiş ki...Sonunda bir KARTAL gibi göklerde özgürce kanat açmak düşünden vazgeçmiş ve hayatını bir tavuk olarak yaşamaya karar vermiş. Ve bir tavuk gibi sürdürdüğü yaşamının sonundada bir tavuk gibi ölmüş.

Kıssadan hisse: Ne olduğunu düşünürsen, o olursun. Eğer, hayatınızın herhangi bir zamanında, kartal olma hayalini kurarsanız, hayallerinizi takip edin. Tavukların sözlerini değil.

BİZE DÜŞEN YAŞAMAK

Uzun zaman önceydi. Baharın kendisini hissettirmeye başladığı Nisan ayının 21’idi o gün.
O ılık bahar akşamında, Sadri Alışık tiyatro ödüllerinin dağıtılacağı muhteşem geceye davetliydim. Salonda inanılmaz güzel bir atmosfer vardı.

Sahne son derece şık dizayn edilmiş , birbirinden şık ve alımlı sanatçılar, duayenler, genç oyuncular ve seyirciler yerlerini almışlardı.

Çolpan İlhan, her zaman ki zerafeti ve asil tavırlarıyla, torunu Sadri ise, sempatik hali ve güler yüzüyle mükemmel bir ev sahibiydiler. Ödül Töreni’nin başlamasıyla salonu bir heyecan dalgası sardı.

Sıra Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu'na geldiğinde nefesler tutulmuş, tiyatro sahnelerinin duayeni Yıldız Kenter'in adı anons edilmişti. Herkes ayağa kalkmış, salon alkış seslerinden inliyordu.

Oynadığı her rolü yüreğiyle, ruhuyla oynayan, yüzünde yılların yaşanmışlıklarının izlerini taşıyan, gözlerindeki hüznün mutlulukla armoni olduğu her halinden belli olan, alımlı kadın sahneye çıktı. Güzel sanatçı, heyecanla sahnede ki yerini aldı. Çok güzel bir şiiri, kendi tarzı ve kendi yorumuyla okuması herkesi çok duygulandırmıştı.

Kim’di, YILDIZ KENTER?

O yılların eskitemediği yüzü, mütevaziliğini asla kaybetmeyen tarzı ile farklı bir havası olan, olağanüstü yetenekli, sıra dışı bu kadın kim’di?
Kurtuluş Savaşı yılları… Fransızlar, İngilizler, Yunanlılar, İtalyanlar ülkeyi paylaşma derdine düşmüş, halk yokluk ve sefalet içinde perişandır.
O yıllarda yurtdışında eğitim yapabilmek hem çok zor, hem de olası değildir. Böylesi bir zoru başarmıştır Ahmet Naci Özer Bey..
Babası Niğde eşrafından Mehmet Galip Bey, Selanik'te Adliye müfettişliği yapmış, İttihat Terakkinin önderlerindendir.
Oğlunu, İngiltere’ye Glasgow Üniversitesine Elektrik Mühendisliği okuması için yollar.

Başarılı bir öğrenci olan Ahmet Naci, mezun olmasına kısa bir zaman kala güzeller güzeli İngiliz kızı Olga Cynthia ile tanışır.
Görür görmez aşık olmanın ne demek olduğunu, işte o an anlar Ahmet Naci Bey. Çok kısa bir zaman sonra, Olga'ya evlenme teklif eder.
Teklife çok heyecanlanan bu güzel İngiliz Kızı, Ahmet Naci'ye ‘’ Ama Jack var.’’ diye cevap verir. Bu cevaba şaşıran genç hariciyeci, '' Jack'da kim?'' diye sorunca, Jack’in Olga’ nın 16 yaşında anne babasını kaybedip, babaannesinin rızasıyla evlendiği ve o dönem harbe gidip dönmeyen kocasından olan oğlu olduğunu öğrenir. Ahmet Naci Bey Olga Cynthia’yı o kadar sever ki ''Hiç sorun değil.'' der ve ailenin Türkiye yolculuğu başlar.
Orient Ekspres'le Sirkeci Garı'na gelen aile, vapura binip Üsküdar'a geçer..İstanbul’un ve Boğaz'ın güzelliğine hayran kalan Olga, faytonla Çamlıca'ya sevdiği adamın ailesinin yaşadığı köşk'e gelir.
Kabusun başlayacağı, ailenin kabul etmediği gelin olmanın ne anlama geldiğini öğreneceği köşk'e.
Olga sevdiği adam uğruna her şeye göğüs gerer. İlk önce, Olga ismi Nadide ile değiştirilir ve ardından Nadide müslüman olur.Gün gelir kocasına olan aşkından dolayı çarşafa girmeyi bile kabul eder Nadide Hanım.
Vatanına dönen Ahmet Naci Bey, Hariciye memuru olarak göreve başlar, Lozan'da İnönü'nün Özel kalem müdürlüğünü yapar. Gelecek vaat eden bu genç hariciyenin hayatı, o dönem ''Hariciyecilerin eşi yabancı olamaz.'' diye çıkan bir kanunla altüst olur. İsmet İnönü'nün ''Eşinden boşan, ama birlikte yaşa.'' önerisini, Ahmet Naci Bey kabul etmez ve Dışişlerinden ayrılmak zorunda kalır.

Ahmet Naci Bey’in işinden ayrılmasının yarattığı sıkıntıya birde evde ki huzursuzluklar eklenmiştir. Bu arada doğan oğulları Nedim bile, aile içindeki buzları çözmeye yetmez. Gelinini kabullenemeyen babaanne, torununu severken dahi '' Yarısı yavrumun yarısı, yarısı yılan yavrusu'' diye severek, Nadide'yi kabul etmediğini her fırsatta belirtir.
İşinden ayrılan Ahmet Naci Bey, önce tercümanlık yapmaya başlar ardından Ankara'da Ziraat Bakanlığı'nda iş bulur. Mesleğinden uzaklaşan Ahmet Naci Bey ve aile için zor günlerin başlangıcı, işte bu döneme rastlar.

Tarih 11 Ekim 1928’i gösterirken, Köşk'te bir bebek sesi her tarafı çınlatmaya başlar..Bembeyaz elleri, cin gibi gözleri ve minicik bedeniyle Ayşe Yıldız dünyaya gelir. Ayşe Yıldız’ın doğumundan kısa bir zaman sonra Çamlıca’daki köşk satılır.
Ekonomik olarak çöken aile, zor şartlarda hayatlarını sürdürmeye çalışır. Ahmet Naci Bey bu durumu kaldıramayıp kendini içkiye verir. Her ne kadar çocuklarına eşine, sıcak ve sevecen davransa da alkol aileyi mahvetmeye başlar.

Nadide Hanım İngiliz uyruklu olduğu için, İngiliz Hükümeti çocuklara sahip çıkmak ister. Fakat Nadide hanım, kendince ahde vefa duygusuyla hareket ederek, ‘’benim çocuklarım Türk, babaları da Türk, onlar burada babalarının yanında büyüyecekler.’’ diyerek görevlileri kovar. Kocasının onu boşamayı reddederek işinden ayrılmasını unutamayan Nadide Hanım, kocasına bağlılığını ve aşkını böyle ifade ettiğini düşünür...

Altı çocukla birlikte yaşamla mücadele yıllarının üstüne, bir de yokluk ve fakr-ü zaruret eklense dahi, Nadide Hanım’la Ahmet Naci Bey’in aşkları hiç tüketmez.
Çocuklar büyümeye başlamış ve eğitim hayatları ailenin yükünü daha da arttırmıştır. Ayşe Yıldız, ilkokul’da çok parlak bir öğrenci olmasa da, sonraki yıllarda inanılmaz başarılar sağlar.
Ankara Devlet Konservatuarı yıllarında, konservatuarın yüksek bölümünü sınıf atlayarak bitirerek, sonrasında Rockefeller bursuyla Amerika’ya gitme şansını yakalar.. Bu burs, Yıldız Kenter’in hayatında bir dönüm noktası olmuştur..Babasına çok düşkün olan Yıldız Kenter Amerika’ya gitme vakti gelince, babasıyla gereksiz bir tartışma yaşamış ve evden kırgın ayrılmıştır.

Gitmesinden kısa bir zaman sonra Ahmet Naci kızının hasretine dayanamaz, onu çok özlediğini ifade eden bir mektup yazar ve kısa bir zaman sonra Ahmet Naci Bey 61 yaşında vefat eder..Nadide hanım, hayatının aşkını kaybetmenin verdiği üzüntüyü atlatamaz, zatürree gibi bir hastalığa yenik düşer ve hastanede hayatını yitirir..Yıldız Kenter’in gözlerindeki hüzün belki de, anne ve babasının ölümüne yetişememiş olması, o sıkıntılı çocukluk yıllarının yüreğinde acı bir sızı olarak kalmasıdır. Binlerce öğrenci yetiştiren güzel oyuncunun öğrencilerine verdiği en güzel öğüt ise, ‘’Kendinizi tanıyın ve her şeyin farkına vararak yaşamaya çalışın.’’ olmuştur.
Yıldız Kenter’in hepsini olmasa da bir çok oyununu izledim. Gözlerindeki ışıltı ve o derinlere dalan bakışları beni çok etkilemişti.. O gözlerde bir çocuğun sıcaklığı, bir annenin sevecenliği, bir kadının var olma mücadelesi vardı……

‘’İnsanın ortak kaderi doğum, ölüm ve o aradaki zaman, yaşam...
Doğmak, ölmek isteğe bağlı değil...
Ölmek, belki bazen.Bize düşen, yaşamak. Koşullar ne olursa olsun yaşamak...
Ayakta kalmak...Haydi sıyırttın, sıyırttın, hayatta kalabildin zar zor...
Uzun yaşamak, bir ayrıcalık. iyi, güzel...Ama ayakta kalmak, kalabilmek.
Ceza! Müthiş bir ceza! ‘’ YILDIZ KENTER

Sevgiyle kalın

HALE GÜLOĞLU

26 Haziran 2011 Pazar

İŞTE BENİM SENFONİM

Küçük şeylerden keyif alabilmek.Lüks şeyler yerine zarafet aramak.

Saygı istemek yerine değerli olmak.Zengin olmak yerine muhtaç olmamak...

Sıkı çalışmak, sessizce düşünmek ve dürüst konuşmak.

Yıldızları,kuşları, kelebekleri ve bilgeleri,açık kalple dinlemek.İşte benim senfonim...

ZeynepHL

25 Haziran 2011 Cumartesi

Kardelen...Süt Çiçeği... Berfin...



Tutkulu ve büyük aşklar gibidir kardelen; zor şartlarda hayata direnir, tüm güzelliğiyle hayata meydan okur.


Kardelen.....Süt Çiçeği.....Berfin.....Bir diğer adı da Gelin Çiçeği...
Güçlü olmanın,zerafetin ve saflığın sembolü .


Kışın en soğuk zamanlarında buz tutmuş toprağa direnebilen , bembeyaz asil görünüşüyle yaşam mücadelesi veren, o büyülü çiçek...Sevdiğini görebilmek için, ölümügöze alabilecek kadar bir o kadar da güçlü.

Türlü türlü hikayeler, masallar anlatılır Kardelen için...
Onun sevgisi onun cesareti üzerine.Yıllar önce, iki sevdalı çiçek varmış...Sadece baharlarda buluşurlarmış.
Bir gün , bu hasrete dayanamayıp kışlarıda buluşalım demişler.
Kar'a soğuğa her türlü zorluğa rağmen, birbirlerine tekrar buluşmak için söz vermişler.




Kış gelince de bir tanesi çiçek açmış...
Bütün zorluklara rağmen günlerce, aylarca beklemiş aşkını ama diğeri, soğuktan ve kardan korktuğu için gelmemiş.
O günden sonra, karda açan çiçeğe Kardelen; kaçıp giden çiçeğe ise Hercai denmiş...Bir başka hikayede ise;
Kardelen güneşe aşık olmuş...
Aslında hayatında onu hiç görmemiş ama bu öyle büyük bir aşkmış ki, bedeli ne olursa olsun, canından olma pahasına sevdiğini görmekmiş tüm dileği...
Gün gelmiş.
Duaları kabul olmuş.



Güneşi gördüğünde canından olacağını bile bile sevdiğini, aşkını görmüş...
Görmüş görmesine ama, başını kardan çıkarır çıkarmaz o zarif boynu bükülmüş...
O güzeller güzeli kardelen solmuş, ölmüş, gitmiş...

Hem Kardelen Hem Çiğdem, ikisi de aynı kaderi paylaşırlar...
Bir ölümlü olan Crocus, Yunan tanrısı Hermes’in arkadaşıdır. Bir gün iki arkadaş oynarlarken, Hermes yanlışlıkla arkadaşının ölümüne neden olur. Kazanın olduğu yerde küçük bir bitki çiçek açar. Crocus’un üç damla kanı da çiçeğin tam ortasına düşer. İşte çiğdem bitkisi ismini bu mitolojik öyküden alır.

Herkesin kalbinde yer eden, hüzünlü bir aşk ve dostluk  hikayesidir Kardelen'in ve Çiğdem'in öyküsü..Elif'de Bir Kardelendi...
Muş'ta doğmuştu.
Tüm hayali öğretmen olmaktı.
16 yaşında, beşikkertmesi ile evlenmek zorunda olduğu halasının oglunun insafı sayesinde, beşik kertmesi bozuldu, hayallerinin peşine düştü...
Gün geldi Türkan Saylan'ın Kardelen'i oldu...
Türkan Saylan hayallerine kavuşturdu onu..
Okudu.
Öğretmen oldu.
Hayatında bembeyaz bir sayfa açılmıştı Kardelen Elif'in...
Aşk birgün, onun da kapısını çaldı.
Yüreğine, bir ateş düştü...
Astsubay Çağlar'a aşık oldu.
Eylül bebekle, mutlu mesut süren hayatları, kahpe bir kurşunla sonlandı.



Cesurdu Elif.
Dimdik ve o vakur duruşunu asla bozmadı...

O Kardelenlerden sadece bir tanesiydi...O şehit eşiydi artık..
Çağdaş, eğitimli bir Türk kızıydı...
O değişimin sembolüydü.
O olmadık ithamlara uğrayan bir desteğin en güzel, en canlı örneğiydi.
O boynunda, eşinin kanlı alyansını taşıyarak, karların altından çıkardığı sevgisini, yüreğindekileri ,cesurca,korkusuzca söyleyebilen yaralı bir Kardelendi artık...

Kardelen'in öyküleri, masalları, hikayeleri hep hüzün doludur...


Elif'inde hikayeside hüzünle son buldu..

Kardelenler Gün geldi Elif oldu,Ayşe oldu,Zehra oldu,Zeynep oldu...


Çoğaldılar... Onları hayallarine kavuşturan Türkan Hocalarını hiç unutmadılar...

Hüzün doludur Kardelen öyküleri...

Herkesin kalbinde yer bulur.

Yıllardır bu öyküler dilden dile anlatılır ve şöyle denir :

''"Eğer günün birinde aşık olursan,birini çok seversen __KARDELEN__ gibi cesaretli ol.

Eğer ___KARDELEN___ kadar cesaretin yoksa Sakın Aşık olma!!!


Sevgiyle kalın