29 Şubat 2012 Çarşamba

GEÇMİŞE ÖZLEMLE DEĞİL, GELECEĞE UMUTLA BAKMALIYIZ...

Geçmişe bir yolculuğa ne dersiniz? 1881’den  1923’e uzayan, bir ulusun kurtuluşunu anlatan, varoluş mücadelesinin  yazıldığı  o destansı   yıllara…
 Yıl 1881...Rumeli ‘de,  Selanik’te bir ülkenin kaderini belirleyecek, bağımsızlık mücadelesini verecek  bir çocuk,  gözlerini dünyaya açtı. Adını Mustafa koydular. Son derece hareketli bir çocukluğun ardından eğitim hayatına başladı.
 Makedonya’nın en gelişmiş şehri olan Selânik’te, yeni fikirlere açık bir ortamda kendini geliştirme imkanı bulan Mustafa , renkli etnik yapısıyla farklı din ve ırkların bir arada yaşadığı bu şehirde büyük bir vizyon kazandı..
 Okul eğitimini MANASTIR ASKERİ İDADİSİ’nde tamamladı..Okul’da onu çok seven öğretmeni Mustafa’ya, Kemal adını verdi.
Mustafa Kemal’i en çok etkileyen olay, 1897 tarihli Türk-Yunan Savaşı olmuştu..
Türk Ordusu’nun savaş meydanında parlak bir zafer kazanmasına rağmen barış masasında zararlı çıkmasına çok içerlemiş ve yüreği daha da coşkun  bir vatan sevgisiyle dolmuştu.
Milli mücadele yılları, 19 Mayıs 1919’da Samsun’dan başladı.
1.ve  2. İnönü muharebeleri, Sakarya muharebesi ve Büyük Taaruz, Başkomutanlık  Meydan Muharebesi  ve KURTULUŞ  SAVAŞI… 
 9 Eylül 1922’de, İzmir’ de düşmanın  denize dökülüşü,  Kurtuluş Savaşı’nın sonu oldu…
O gün, askeri  anlamda  bir milat’ın sonu, sivil anlamda ise başlangıcı oldu. Artık asker Kemal  gitmiş, sivil  Mustafa Kemal  gelmişti.
Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş  Savaşı’nın  sivil zaferi olan Lozan Barış Antlaşması’nın temelleri üzerine kuruldu.
New  York Times, bir ulusun Kurtuluş mücadelesini, bağımsızlığa kavuşmasını ve Lozan Barış Antlaşması üzerine şunları yazmıştı..
 ‘’Lozan’ı Atatürk kazandı; son iki yüz yılda ihtiyar Asya’nın Avrupa’ya karşı kazandığı ilk zafer’’

29 Ekim 1923’te toplanan  TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ, saat 18:45’te  ilk oturumunu  açtı.  Saat 20:30’ta milletvekilleri’nin  ‘’YAŞASIN CUMHURİYET’’ diyen coşkulu  tezahüratlarıyla saat  20:30’ta CUMHURİYET ilan edildi.
Yeni,  yepyeni  bir  TÜRKİYE CUMHURİYETİ’nin   temelleri  o gün  atıldı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun 1.Dünya Savaşı’nda yenik sayılmasından sonra; yıkıntılarından, küllerinden doğan enkaz temizlenmeye, Anadolu toprakları üzerinde  yeni bir  bina  inşa eder gibi, yepyeni  bir ülke inşa edilmeye başlanmıştı. Bir devir kapanmış, yepyeni bir devir açılmıştı. Saltanat’ın hakim olduğu, kara çarşaflıların ve fes’lilerin kol gezdiği bir imparatorluğun izlerini silmek kolay değildi.
Müslüman olmakla, Arap harflerinin kullanması arasındaki o güçlü bağı yıkmak, Latin alfabesini kabul ettirmek de öyle çok kolay değildi..
12 milyon nüfusa sahip, bunun 1.5 milyonu'nu Rumeli'den Anadolu'ya gelenlerin oluşturduğu bir ulusu, bu kadar radikal değişimlere alıştırmak  hiç kolay değildi. Mustafa Kemal ve arkadaşları yılmadılar.
İnkılap ve devrimleri hayata geçirdiler. Siyasi, sosyal, eğitim, kültür, ekonomi ve hukuk alanında devrimler yaptılar. Soyadı Kanunu’nun çıkmasıyla, TBMM  tarafından Türk’ün Ata’sı  anlamını  taşıyan ATATÜRK soyadı, Mustafa KEMAL’e  verildi.
 Yıllardır saltanatla yönetilen  halk, zamanla Cumhuriyet kavramını benimsemeye başladı…
‘’Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa'ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kütlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. Zayıf bir kadındı. Ata'nın yolunu keserek titrek bir sesle:
- Beni tanıdın mı oğul? dedi... Ben sizin Selanik'te komşunuzdum. Bir oğlum var: Devlet Demir Yolları'na girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat Müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış... Ne olur bir kere de siz söyleyiniz.
Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak
ve yüksek sesle:
- Oğlunu almadılar mı? dedi. Ben salık verdiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçercesine dolu bir sesle:
- İşte Cumhuriyetten beklediğimiz sonuç... diyordu. ‘’
Ulusal  konulardaki  ileri görüşlüğünün yanında, uluslararası ilişkilerde de  ileri görüşlü olan Atatürk, bir gün bir gazetecinin Amerika ile ilgili görüşlerini sorduğunda, şu cevabı verecekti.
’Dünya milletleri bir apartmanda oturan sakinler gibidir. Amerika Birleşik Devletleri, bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır.
 Eğer, apartman, oturanların bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına olanak yoktur.
Savaş için de aynı şey olabilir. Amerika Birleşik Devletleri’nin savaş çıktığı takdirde tarafsızlık siyasetini koruması olanaksızdır.
Bundan başka, Amerika, büyük, kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet olduğundan, kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez..’’

Bir ülkenin tarihi,  o ülkenin dikiz aynası gibidir…
Eğer siz dikiz aynanızdan arkanızdan gelenleri, sizi takip edenleri kontrol etmezseniz, bilin ki güvenliğiniz tehlikeye girmiş demektir.
Bir ülkenin mirasçıları, emanetçileride dikiz aynalarını kontrol etmezler geçmişlerini unuturlarsa, geleceklerine ümitle bakamayacaklardır.
Tarihine sahip çıkan  uluslar, her zaman başları dik ve gururla yaşar.
Geçmişini unutan, tarih bilincini kaybetmiş toplumlar ise, hafızalarını ve belleklerini kaybetmiş, bilinçsiz yaşayan sürüler gibi oradan oraya savrulur giderler.

Son söz;

ARTIK GEÇMİŞE DEĞİL, GELECEĞE YOLCULUK YAPMALIYIZ…

GEÇMİŞE ÖZLEMLE  DEĞİL, GELECEĞE UMUTLA BAKMALIYIZ…

Sevgiyle Kalın

Hale GÜLOĞLU

ATATÜRK'TEN İSMET PAŞA'YA!


Atatürk'ten İsmet Paşa'ya 30.10.1923       

"SEVGİLİ Paşam, Cumhuriyet'in ilk başbakanı olarak seni düşünüyorum. Dur, hiç itiraz etme. Niye seni seçtiğimi şimdi anlayacaksın. Bizi yine büyük bir savaş bekliyor. Durumumuzun bir bölümünü Cephe Komutanı ve Lozan Başdelegesi olarak elbette biliyorsun. Büyük devletlerin bu sefil duruma bakarak, kısa zamanda pes edeceğimizi sandıklarını Lozan dönüşü sen bize anlattın. Ben sana şimdi bildiğinden daha da acıklı olan genel durumu özetleyeceğim. Bize geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz. Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az. 4.000 km. kadar demiryolu var. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz. Ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamamız, vatanın bütünlüğünü sağlamamız şart. Denizciliğimiz acınacak durumda. Köylümüzü topraklandırmalı, ihtiyacı olan bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız. Doğudaki aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni Cumhuriyet'le de insanlıkla da bağdaşmaz. Bu durumu düzeltmeli, halkı kurtarmalıyız. Her yerde tefeciler halkı eziyor. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getirtiyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor. Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta. Bebek ölüm oranı % 60'ı geçiyor. Nüfusun % 80'i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bölümü göçebe. Telefon, motor, makine yok. Sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Kiremiti bile ithal ediyoruz. Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir'in bazı semtlerinde var. Düşmanın yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmamız gerekiyor. Yunanistan'dan gelen göçmen sayısı da 400 bini geçecek. İktisadi hayatımız da, eğitim durumumuz da içler acısı. İktisatçımız da çok az. Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi hiç çözülmemiş. Oysa Cumhuriyet'in insan malzemesini hazırlamalı, namus cephesini güçlendirmeliyiz. Kültür eserleri kaçırılmış, kaçırılmaya devam ediliyor. Raporlarda daha ayrıntılı, daha acı bilgiler var. Bunları Bakanlara ve parti yönetim kuruluna da ver. Genel durumu tam bilsinler. Bütçemiz, gelirimiz yetersiz. İktisadi çıkmazdan kurtulmak için geliştirdiğim bir düşüncem var. Bu düşünceyi günü gelince konuşuruz. Hedefimiz milli iktisat, bağımsızlığın sürekli olması için iktisadi bağımsızlık temel ilkemiz olmalı. Osmanlı bu gerçeği geç fark etti. Fark ettiği zaman çok geç kalmıştı. Cumhuriyet'e uygun bir anayasaya gerek var. Bu zor durumdan nasıl çıkılabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde, ne de bir deney. Ama yılmamak, ucuz, geçici çarelerle yetinmemek, halkı kurtarmak için sorunları çözmek, kalkınmak, ilerlemek, milli egemenliğe dayalı, uygar ve özgür bir toplum oluşturmak, yüzyılımızın düzeyine yetişmek, kısacası çağdaşlaşmak, bu büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız. Bu ana kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte arayıp bulacağız. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız. Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği kutsal bir görev bu. Bu büyük görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim. Allah yardımcımız olsun!"
 
Tarih 30 Ekim 1923... Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa'yı Köşk'e davet eder. Ülkenin genel durumu hakkında hazırlattığı raporları İsmet Paşa'ya böyle sunar. Atatürk ve arkadaşlarının devraldıkları ülke işte böyle perişan durumdaydı.  10 Kasım'da parlak nutuklar atarak, bağlılıklarımızı bildirerek andığımız Atatürk'ün nasıl bir mucize yarattığının bilincinde miyiz? Bugün ona sahip çıkabiliyor muyuz? Yoksa sadece nutuk mu atıyoruz?
 

4 Şubat 2012 Cumartesi

LEYLA


Benim amaçsızca dolaşıp inanılmaz haz aldığım nadir yerlerden biridir kitapçılar. O büyülü dünyanın kapısından içeri girdiğiniz an da bambaşka bir dünya karşılar sizi...

Rafların arasında  dolaşır, etrafa şöyle bir göz  gezdirirsiniz önce...Bir kitaba takılır kalır gözleriniz, uzanıp elinize alırsınız. O  ilk an inanılmazdır. Hani  hiç açılmamış o kitabın, ilk sayfalarını açtığınız an da burnunuza gelen yeni kokusu vardır ya; acaip  güzel gelir insana.
Yüzlerce, binlerce kitabın içinde kaybolur gidersiniz...

İşte böyle bir gün, kitaplar arasında  dolaşırken gözüme çarptı Leyla...O parlak görüntüsüyle ön yüzündeki esmer, hüzün dolu masum bir genç kızın yüzüne takıldı gözlerim...Şöyle bir baktıktan sonra, beni ilk bakışta kendisine çeken bu kitabı heyecanla elime aldım.Parmaklarımı o pırıl pırıl parlayan kuşe kağıdının üstünde, usulca  gezdirdim. Bu kez farklıydı. Çok etkileyeciydi. Neydi beni çeken acaba? Bir anda; ''Acaba konusu ne'' diye bir merak sardı beni. Arka yüzünü  çevirdim aceleyle. Sanki elimden alacaklarmış gibi, elimden  uçacakmış gibi sımsıkı tutarak...
İlk gözüme çarpan büyük başlıklarla yazılmış, ben de merak uyandıran o etkileyici  sözcükleri  bir solukta okumaya başladım.


BOSNA'LI BİR KIZIN YÜREĞİNİZİ  BURKACAK  VE  TÜYLERİNİZİ  ÜRPERTECEK  GERÇEK HAYAT  ÖYKÜSÜ... 

Bir hayat hikayesi; gerçek, yaşanmış  bir Rumeli öyküsü. Bu ona sahip olmam için yeterliydi aslında. Zira son zamanlarda İlk tanıştığım insanların bana; siz Rumeli' limisiniz diye sormaları, nedense beni fazlasıyla etkilemeye başlamıştı.

Bu yüzden mi bilmiyorum ama, Rumeli  denince daha bir  hassas  olmaya başlamıştım  sanki. Belki de etnik kimlik söylemlerinin yoğunlaştığı  bir  döneme girmiş olmamızdı bu hassalığımın sebebi. Bu da kitabı almamdaki en büyük etkendi aslında. O  yüzden de daha fazla  ilgimi  çekmiş olabilirdi bu tılsımlı sözcükler...
Hiç düşünmeden kitabı alıp eve dönerken, bir an doğdukları yere hasret son nefeslerini veren dedem ve babaannem  geldi aklıma.Yaşadıkları yerleri, mallarını, mülklerini  bırakıp yeni ufuklara yelken açan iki vatan yorgunu o çileli insanlardandı onlar...Aynı Ayten AYGEN'in, BENİM RUMELİ'M kitabında anlatıldığı gibi. Göçe zorlanmış, parçalanmış hayatlarla dolu Benim Rumelim'i okuduğum zaman da aynen böyle hissetmiştim. Beni o dönemlere götüren muhteşem bir anlatımı  vardı.
Muhtemelen onu okuduğum  gibi  Leyla'yıda hiç  nefessiz okuyacaktım. Eve geldiğim an hevesle hemen kitabın başına oturdum. Öyle bir dehlizin içine girdim ki, zaman mefhumu denen o dilim tamamıyla yok olup gitmiş gibiydi. İnanılmazdı.Bir insanlık dramıydı anlatılanlar...
Bosna ve bir genç kızın yıkılan dünyası! Bosna'da hayatının baharındaki genç bir kızın dramı. Her satırında içimi hüzünle dolduran, elimden bırakamadığım Leyla'nın öyküsüydü, hayalleriydi  anlatılan. Hüzün vardı, vahşet vardı yaşananlarda...Balkanlar'da yaşayan; Sırp, Hırvat ve müslüman kimlikteki insanların kardeşken bir gece de nasıl düşman olduklarını anlatan sarsıcı bir kitaptı bu.16 yaşında bir genç kızın yürek burkan, acı dolu hikayesiydi...
Bosna'daki toplama kampında geçen, bir ömür geçmiş gibi yaşanılan; upuzun bir 2 yıl!
''Onu hayatta tutan tek şey hayalleri'' demişti terapistler. Savaşın o baskıcı ve karanlık yüzünü anlatan bu kadın, o dokunaklı kaderini yaşamanın hüznünü, suskunluğunu atamamıştı yıllarca...
O tek değildi ki!
Onun gibi binlerce kadın bu tecavüz kamplarında yaşadıkları tüyler ürpertici olaylar yüzünden ruh sağlıklarını yitirmişlerdi. Her savaşta kadına şiddet ve tecavüz vardı belki ama; burada, Balkanlar'da yaşanan toplu tecavüzlerdi yeni olan! Ve bu tecavüzler uygulanan politikanın bir parçasıydı aslında. Sistematik eziyetin yöntemleri vardı bu savaşta. Ruhsal ve bedensel sakatlıklar ise, yaşanan travmaların sadece bir yüzüydü

 
Yaşam hakkı elinden alınmış, tüm hayalleri yıkılmış, hayatları mahvolmuş insanların yaşadıklarıydı aslolan...     .
Benim hayat luğatımda yer almayan; toplama kampı, etnik temizlik, toplu tecavüz denen, vahşet içeren bu  sözcüklerin ne ifade ettiğini, bu kitabı okuyunca çok daha iyi anladım. Korkunç bir öyküydü bu!
ALEXANDRA CAVELIUS'un kaleme aldığı LEYLA'nın hikayesini  okuduğunuz da sizinde gözleriniz yaşaracak.
Bir ülkenin nasıl parçalandığını görecek, onun dünyasına girecek ve  yaşadığı cehenneme tanık olacaksınız.

Eminim ki; sizler de benim gibi, savaşın o karanlık soğuk yüzünü görecek, içinizde esecek  duygusal fırtınalardan etkileneceksiniz... 
Sevgiyle  kalın


HALE  GÜLOĞLU....


10 Ekim 2011 Pazartesi

BU BİR DEVRİMDİR

BU BİR DEVRİMDİR


 

1934 yılı, Haziran ayı... Ankara, önemli bir konuğu ağırlamaya hazırlanıyor.
İran Şahı Rıza Pehlevi gelecek ve Atatürk devrimlerini inceleyecek...
Atatürk, yakın arkadaşlarını Çankaya Köşkü'nde topluyor.
"Şah için nasıl bir program yapalım?" diye soruyor.
Kimi Orman Çiftliği'ne götürmeyi öneriyor, kimi "Merinos'u gezdirelim" diyor.
 

  
Beğenmiyor bu önerileri Atatürk...
"Bütün bunlar İran'da da var. Onlarda olmayan bir şey yapmalı, farkımızı ortaya koymalıyız" diyor.

 
Aklında bir fikir olduğu besbelli... Sofradakiler merakla bekleşirken kararını açıklıyor:

 
"Opera yapacağız!“
 

   

İşte ilk Türk operası Özsoy'un doğuş sahnesi bu... Atatürk operanın konusunu da kendisi belirliyor.
İran'lıların Şeyhnamesi'nden esinlenmiş bir destan planlıyor:
Öykü, Hakan Feridun'un ikiz oğulları Tur ile Irac üzerine kurulu...

 
İkizler doğduğunda şeytanın gazabı onları birbirinden ayırıyor... 
Ayrı yollara gidip birbirlerinden uzaklaşıyorlar.
Ama yüzyıllar sonra buluşup kardeş olduklarını anlıyorlar.
Tıpkı "ayrı yollara giden ikizler" Türkiye ve İran gibi...

 


Bu konuyu işlemesi için Münir Hayri Egeli'ye veriyorlar. Libretto'yu Egeli yazıyor.
(Libretto, opera, operet, oratoryo, bale, muzikal gibi sahne eserlerinin yazılı söz metinleridir.)

Sonra besteci arayışına girişiliyor ve Adnan Saygun akıllarına geliyor.
Saygun, devlet bursuyla gonderildiği Paris'ten yeni dönmüş, Musiki Muallim Mektebi'nde hocalık yapıyor. Henüz 27 yaşında...
 


Libretto'yu okutuyorlar kendisine...
"Şah geliyor, bundan bir opera yazacaksın" diyorlar.
Seviniyor Saygun... Daha önce hiç operası yok Türkiye'nin...
 

 
Soruyor:  
"Solist var mı?“  
 "Yok!"
"Koro var mı?"
"Yok!"
"Orkestra var mı?"
"Yok!"
"Ne kadar vaktimiz var?"
"Bir ay!"
 

  Mucizevi bir öyküdür bu...
1 ayda, 27 yaşındaki o adam, hem de Riyaset-i Cumhur Orkestrası Şefi'nin engelleme çabalarına rağmen solistleri bulur, orkestrayı ve koroyu oluşturur, eseri besteler ve Türkiye'nin ilk opera eserini yaratır.

Saygun, o uykusuz geceler için sonradan şöyle yazacaktır:

"Ah bu çalışma... Zaman kısa, imkânlar son derece sınırlı... Ama içimiz coşkun.
Yalnız benim değil, bütün görev almış arkadaşlarımın içi şevkle kaynıyor.
Acaba o atılım üstüne atılım yıllarında içimizde duyduğumuz dinmek bilmez heyecanı,
sönmek bilmez ateşi şimdiki kuşaklar nasıl duyuyorlardır".
 

Atatürk, gelişmeleri uzaktan takip eder.
Bir ara Sovyet Sefiri Karahan'a "Sen anlarsın, git bir bak" deyip provalara yollar.
Olumlu haber alınca kendisi de gidip izler bir provayı...
 
   

Ve Özsoy, 19 Haziran 1934 gecesi, iki devlet adamının huzurunda sahnelenir.
Atatürk, bu mucizenin yaratıcılarını gece Çankaya Köşkü'nde ağırlar, kutlar.
Ve engellemeye çalışanlara der ki:
"Bu, bir devrim hareketidir!“
 

 

7 Eylül'de Adnan Saygun'un 100. doğum yıldönümü kutlandı.
Saygun'u ya da Özsoy'u anımsayan kaç kişi var bugün?

 Ya da, daha anlamlı bir soru: 
 "O devrim yıllarının dinmek bilmez heyecanını, sönmek bilmez ateşini" şimdikiler nasıl duyuyorlar?  
 

9 Ekim 2011 Pazar

KUL KURAR KADER GÜLERMİŞ...

KUL KURAR KADER GÜLERMİŞ





                                                                          

Hava kararmıştı.  
Yoğun bir günün ardından sessizce yatak odasına çekildi.
 
Üzgündü. Yarın annesine, babasına ve kardeşlerine  veda etmek zorunda kalacaktı.
 
Ailesi İstanbul'a giden gemi ile gidecek, o ise İzmir'e gidene binecekti...
 
Halbuki neler hayal etmişti. Evlatları ve ailesiyle bir arada yaşayacak, çocuklarını en iyi okullarda okutacaktı.
 
Ama olmadı, olamadı! Bir göç dalgası onların tüm hayatını mahvetmişti.
 

Yaşananlar ve şartlar böylesi bir gidişi zorunlu kılmış  ve o doğduğu, hayat bulduğu, hayaller kurduğu  topraklara veda etmek zorunda kalmıştı....
 
Şiddet, zulüm, vahşet görmüşler, her yanı bir korku dalgası sarmış ve onlar yaşam şansı bulamadıklarından gitmeye karar vermişlerdi.


Gidecekleri ülke onların sıgınabilecekleri, güven duyabilecekleri  tek ülke, tek dayanaklarıydı.

Onlar Türkiye'ye gideceklerdi...
 
Türkiye'ye!
 
Yüzyıllardır göçe ev sahipliği yapmış ve göç acısı yaşamış bir ülke'ye....
 
Kırım'dan Kafkaslar'a, Balkanlar'dan Ortadoğu'ya...

Her zaman ihtiyaç duyan her insana ev sahipliği yapmış, insani duygularını hiçbir zaman kaybetmemiş, yüzyıllardır göç acısı yaşamış ve kapılarını her zaman açık bırakmıştı Türkiye. 

Göç demek yıkım demekti.


Kültürel, sosyal, ekonomik, ve siyasi anlamda yaşadığınız ülke ile tüm bağlarınızı kopartmanız demekti.
 
Son günlerde böylesi göç acısı yaşayan Suriye halkı, Türkiye sınırından giriş yaparak göç mağduru olma yolunda hızlı bir şekilde ilerliyor.
 
Sayıları 11 bin'i bulan ve çoğu yaşlı, çocuk ve kadınlardan oluşan savunmasız insanlar; vahşetin, katliamın, yıkımın izlerini taşıyorlar...
 
Hayatlarının nereye savrulduğunun farkında bile değiller.
 
Tek istedikleri huzur dolu bir ortam ve can güvenliği.


Korkusuzca ürkmeden uyuyabilecekleri bir gece belki de.

Suriye lüks ve ihtişamın, fakirlik ve sefaletle taban tabana zıt yaşandığı bir ülke.


Bir bakmışsınız şık hanımlar-beyler, lüks arabalar, o partiden bu partiye koşturan, ihtişamın tavan yaptığı o zengin zümrenin yaşam şansı bulduğu Suriye...


Diğer tarafta ise; yaşam savaşı veren ciddi bir baskı uygulanan nefes almak için zorlanan  Suriye... 


Sayısız köyü, türlü anlaşmalarla ortadan ikiye bölen, sınır geçiş noktalarında yavuklusuyla kardeşiyle tel örgülerin arasında hasret gideren, romanlara, filmlere, vuslatlık aşklara ve hayat hikayelerine konu olan bir ülke Suriye.


Düşünün devletler arasında imzalanan anlaşmalarla kardeşinizi, malınızı, mülkünüzü terkettiğiniz ülkeye bırakıyorsunuz ve o ülkede,  toprak sahibi olduğunuzu ispatlarsanız işte o zaman; ''Pasavan'' denilen özel bir kimlikle malınıza mülkünüze ulaşma şansınız oluyor.


Yüzlerce yıl Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırları arasında kalmış, adım başı Osmanlı'ya dair izler taşıyan bu ülke, sınır komşuları ve konumu gereği hep gündemde oldu. 


Bölgede huzur ortamını yok edecek tüm fırsatlar değerlendirildi ve bu stratejiler yüzünden yıllardır kaos ortamı hiç eksik olmadı.


Öyle yada böyle artık Dünya değişiyor...


Zorlamayla, baskı altında dikta rejimini benimseyen tüm ülkeler, artık değişen dünyanın, gelişen ve hissedilen özgürlükçü ruhunu  tutabilme şansını kaybetti.


Teknolojinin gücü ile dünya insanının her yere ulaşabilmesi, bir anlamda dünyanın küçülmüş olması bu tür değişimleri zorunlu kılmaya başladı.

Hepimiz insanız.


Çok daha güzel şartlarda yaşamayı arzu ederiz.


Bu uğurdada belki isyan, belki başkaldırı her ne derseniz deyin mücadele ruhumuzu asla kaybetmeyiz.


Sinmek, kabullenmek bir noktada isyanı getiriyor. 


Aynı Suriye, tüm Ortadoğu, Balkan'lar ve Kuzey Afrika'da yaşananlar gibi...

Halk bilinçleniyor ve kendi KADERİNİ KENDİ ÇİZMEK İSTİYOR...

Hani derler ya ''KUL KURAR, KADER GÜLERMİŞ.'' diye...
 
HAYATTA KALMAK ADINA; 
 
HAYATA DAİR, YAŞAMA DAİR, UMUTLARINIZA HAYALLERİNİZE DAİR, ÖZLEDİKLERİNİZ İSTEDİKLERİNİZ BİR AN DA ÖNEMİNİ YİTİREBİLİYOR.
 
Umudunuzu, ümitlerinizi tekrar canlandırmak adına yeni, yepyeni bir hayata sıfırdan başlamak zorunda bırakılıyorsunuz.

Geride bıraktıklarınızın acısı ve özlemi her ne kadar yüreğinizi acıtsa bile yaşamak adına, ayakta kalmak adına mücadele etmek durumundasınız.
 
Kul'sunuz kuruyorsunuz, kader size ne kader güler ise onu yaşamak zorunda kalıyorsunuz...



Sevgiyle Kalın

Hale GÜLOĞLU

8 Eylül 2011 Perşembe

İNSANDIR BAYRAMI BAYRAM YAPAN...‏

Güzel bir pazar sabahına uyanır uyanmaz, ''Bugün, şöyle bir İstanbul nostaljisi mükemmel olur'' diyerek SultanAhmet'e doğru yola koyuldum.
Her nasıl daldıysam bir anda yolları karıştırdım ve kendimi ara sokakların birinde buldum.
                                                       
İstanbul burası!

Derin bir kuyu gibi!  
     
Herkes bir o yana bir bu yana, kısa günün uzun koşuşturmaları içinde savrulup duruyordu.
Ramazan Bayramı'nın son günlerinden arefe günlerindendi bugün.
Ellerde paketler en gerekli olanlar alınıyor, özel bir güne özel bir telaşın izleri yüzlerden hissediliyordu.
Bayram sabahına hazırlık vardı malum...
Yılda iki kez kapımızı çalan, sevdiklerimizle bizleri buluşturan, manevi duygularımızı en üst düzeye çıkaran o güzel Bayram gününe dairdi tüm bu çabalar.

Kimimizin bir ay oruç tutarak nefsimize hükmettiğimiz, kimimizin bu bir ayın faziletin yaşamadan daha bir sahiplendiği, kimimizin ise ''Oooo! Süper oldu bu tatil, fırsat bu fırsat değerlendirelim'' dediği insanlığa bahşedilmiş en güzel günlerden birineydi tüm bu hazırlıklar.

Öyle ya!

Bir milletin yapısının en temel hazinelerinden olan adetlerimiz, gelenek ve göreneklerimizin hatırlandığı, yardımlaşmanın, dayanışmanın en güzel örneklerinin sergilendiği anlardı Bayramlar.
Her gelen asrın, bir öncekini aratır misali, eskilerin bir önceki neslin yaşadığı bayram manzaralarını dillerine doladığı, geçmişe dair bir şeylerin yok olup gittiği ve unutulduğu gerçeğinin hissedildiği günlerdi Bayramlar...
Tıpkı çocukluğumuzda diye başladığımız Bayram sohbetleri gibi, o çok bilindik maziye özlemin anlatılmasıdır Bayramlar...  

Tüm Müslüman Dünyası'nda bir an da kutlanan, Bosna'dan-Makedonya'ya,Kosova'dan- Batı Trakya'ya, tüm Balkanlardan-Trablusgarp'a oradan Semerkant'a uzanan, tek bir ses tek bir yürek olarak kutlanan o fazileti yüksek günlerdir Bayramlar...

Benim bu Bayram yüreğim buruk!
Ben tüm İNSANLIĞIN SINIFTA KALDIĞINI düşündüğüm bir Ramazan yaşadım.
Kardeşin kardeşi vurmayacağı, sahip çıkacağı, kanın akmayacağı, anaların-babaların-bacıların-kardeşlerin ağlamayacağı bir Ramazan dı gönlümden geçen...
Açlığın sefaletin olmayacağı, böyle bir olay var ise tüm dünyanın yardım edeceği, dil-din-renk gözetmeksizin tüm dünyanın seferber olacağı bir ay olmalıydı bu Ramazan.
Evet; İnsanlık kaybetti!
Barış kaybetti!
Sağduyu, iyiniyet kaybetti!
Dostluk kaybetti!
Vefa kaybetti!
Peki ya kazandığını zannedenler!
Bir sonraki dönemi garantilemek adına, belki de hayatları boyunca değil o sokakları, içinde yaşayanları bile hatırlamayacakları mekanlara gidip, o ev senin bu ev benim arkalarında basın ordusu ile şov yapanlar...
Kan döküp, kendilerini farklı bir statüye koyup aslında zavallı olan, hırs bürümüş kan çanağı gözleriyle sağa sola demeçler veren insan kılıklı vatan hainleri kaybetti.
Açlık nedeniyle milyonlarca insanın binlerce bebeğin yaşamını yitirdiği, adına BM denilen kendi depolarındaki tonlarca gıda malzemesinden habersiz olan onları dağıtmaktan aciz, adını Birleşmiş değil Ben diye algılayan, sözde uluslararası bir insanlık kuruluşu olduğunu iddia eden, özde ise  hala dil-din-ırk üçlemesine takılmış olan o insani güç kaybetti.
Batı Trakya da müslüman azınlığın haklarını gaspeden, Türk'üm kelimesinin kullanılmasını yasaklayan, Müslüman toplulukları birbirine düşürerek binlerce aileyi gözyaşına boğan, insana değil kendi çıkarlarına hizmet eden dünya kaybetti.
Peki ya kazananlar!
Hiç kimse! İnsanlığın ölmeye başladığı, hırsların tüm evreni esir aldığı bu dünyanın kazananı yok, kaybedeni çok...
Her ne kadar böyle olsa da bizler kendi küçük dünyamızda ulaşabileceğimiz her yere; yüreğimizi, dostluğumuzu, desteklerimizi götürmekten asla vazgeçmeyelim.
İyiliğin kötülüğü yeneceği, dostluğun düşmanlığı yok edeceği, sabrın selamet olacağının asla unutulmayacağı, anaların babaların şehit evlatlarının mezarına gitmeyeceği, insanlığın bayram sabahına ağlayarak değil gülerek merhaba diyeceği, güçlünün güçsüzü her daim gözeteceği, İNSANLIĞIN KAYBETMEYİP KAZANACAĞI bir dünya yaratalım. 
Biliyorum ki böylesi bir dünya, bir hayal! 
Ama güzel bir hayal!

Ve inanıyorum ki, bazen küçük bir dokunuşun tüm duvarları yıkacağı tüm hayallerimin gerçek olabileceği o güzel  BAYRAMLAR bir gün gelecek...
BARIŞA ÖZLEMİN OLMAYACAĞI NİCE BAYRAMLAR GEÇİRMENİZ DİLEĞİYLE!

Sevgiyle Kalın
Hale GÜLOĞLU

7 Ağustos 2011 Pazar

RAMAZAN GELDİ.

Yine Ramazan geldi!
Gönüllerin arındığı,kibir, bencillik, hasetlik duygularının son bulduğu, nefis muhasebesinin yapıldığı, ihtiyacı olanlara ve yaşlılara yardım  eli uzatıldığı, dayanışmanın en yüksek seviyeye ulaştığı, o kutsal ve mübarek ay…
11 Ayın Sultanı Ramazan
Kendi adımıza, günah-sevap cetvellerini çıkarttığımız, kar-zarar bilançosunu yaptığımız, manevi bir hesap ayıdır bu ay... Anadolu’dan, Rumeli’ye tüm İslam aleminde yaşanan, Müslüman’ların en kutsal ayıdır Ramazan…
Göç acısı yaşayan, yeni vatan kaygısına düşmüş, geride bıraktıklarına dair özlemlerini yüreklerinden atamayan Rumeli insanı ise, Ramazan’ı bir başka yaşar. Onlar için Rumeli demek, vatan demek, taşı toprağı altın demektir. Yerleştikleri heryerde, gelenek-görenek ve adetlerini sürdürmeye, onları yaşatmaya çalışmışlardır. Bir başka olurdu onlar için Ramazan.
Ramazan'ın ilk gününe, gece sahurla Bismillah denir  ve oruca başlanır. İftar  ve sahur vakti ise, çok önemlidir. Evler de özellikle de mutfaklarda, iftar ve sahur için  yapılan hazırlıklar, tüm  gün sürer, dururdu. Evin hanımı, her gece ne pişirsem telaşına düşer, erkekler ise tüm gün;
 -Ev de, iftar da ne yemek var?
-Eksik bir şey var mı, acaba?,
-Ya canım şunu da istedi, bir haber versem de onu da yapsınlar.’’gibi hep yemek düşünür vaziyetinde günü geçirirlerdi.
Her gece, ya bir yakın iftara gelir, ya da bir yakına iftara gidilirdi.
Sıcak, sıcak taze ramazan pidesinin o kendisine has kokusu ise, bir başka güzeldi.
İftar yemeklerinin vazgeçilmezi ise, iftariyelikler, gözleme, tatlılar, hoşaflar, bulmaçlı köfte, büryan,börekler, çeşit çeşit yiyecekler, bereketin ve bolluğun olduğu sofralar, her gece bu mübarek gecenin hikmetini müjdelerdi.
Yemeğin arkasından içilen kahvelerin, o doyumsuz sohbetlerin tadı ise bir başkaydı. Büyükler yemek biter bitmez, hemen namaz telaşına girerler, evin genç kızları ise,bir an önce sofrayı toplama derdine düşerlerdi…
Ramazan’ın değişmeyen sembolü, nostaljisi ise davulculardı.
Ramazan‘ın geldiğini müjdeleyen davulcu, on beşinci gün,her evin kapısına tek tek gider, maniler söyleyerek ya para, ya da bir hediye beklerdi.
Babaannem ise, her zaman ki sabit tavrıyla, her yıl kapıya gelen davulcuya çorap vererek, beni çıldırtmak gibi  bir çaba  içinde olurdu.
-‘’Babaanne, davulculara neden hep çorap veriyorsun? Bu sene para versen ne olur ki!’ desem de, o asla beni dinlemez;
Üstüne üstlük bir de bana kızarak;
-‘’Çekil sen anlamazsın, çocuksun ‘’der, ne çorap renginden ödün verirdi, ne de  davulcuya ‘’Bak davulcu efendi, sen  her gece mutlaka bizim kapıya  gel, ben sana yine çorap vereceğim.’’ demekten asla vazgeçmezdi…
Gerçi ev halkı, davulcunun bu sonsuz hizmetinden pek memnun olmazdı ama, yapacakta bir şey yoktu.
Bu film her yıl tekrarlanır dururdu…
 Çok güzeldi, çok özeldi o günler...
Şimdi ise,şehir hayatının getirdiği yozlaşmanın en çarpıcı  örneği, Ramazan Ayında yaşanıyor.
Artık kapıma davulcu gelmiyor.
Bir yere iftara giderken, haber vermeden asla gidemiyoruz.
Çoğunlukla evlerde değil, restaurantlarda  iftar yemeklerine davet ediliyorum.
Ne kadar hazin ama, artık evlerde, günümüzde  yaşanan Ramazan böyle …
Bir de kendi kültürel kimliğimizi yansıtan bu mübarek ayın,toplumsal yönden ,medyatik yönden,  yaşadığımız bir yönü var.
Tüm camilerin minareleri mahyalarla süslenmeye başlar. Şehirlerarası cami gezileri yoğunlaşır.
İbadet yerleri, dolar-taşar bu mübarek ayda…
Yazılı medya da hazırlıklarını yapmış, günler öncesinden Kur-an CD si, Ramazan ‘a özel hediyeler ve  cüzlerin dağıtımı için, kupon biriktirme eylemlerine başlamıştır bile.
Bu arada görsel medya da boş durmaz tabii...
Şarkıcı-türkücü, her kimi bulduysa, Ramazan sohbetleri programları adı altında, Dede Efendi’den  ilahilere, oradan manilere ve günümüz şarkılarına uzanan programlarıyla, İslam alemine maneviyatı yüksek bir ay yaşatma çabası içinde olurlar.
Yarışma programlarında ise,bu ayın mana ve önemine  uygun, Ramazan hediyeleri olur mutlaka.
Her kanal da ‘’Ramazan geldi, hoş geldi’’ gibisinden medyatik din bilimcilerinin katıldığı, eğitici  paket programlar hemen ekranlarda yerlerini alır.
 Hele bir de, soru cevap şeklinde olanlar vardır ki ,bazı soruların cehaleti insanı şaşkına çevirecek türdendir.
Ramazan geldi ,medya da üstüne düşeni yapmalı  tabiiii… Yeter ki halk, o feyzi yaşasın.
Bu arada, bu mübarek ayda hadis-i şerifin dediği gibi,’ cennetin kapıları açılacak, şeytan zincire vurulacak’’tır.
Şeytanı zincire vursanız ne olacak ki, maşallah neferleri  fırsat bu fırsat deyip, hiçbir boşluğu  kaçırmayıp ,menfaatlerine uygun  olabilecek en küçük bir imkanı bile değerlendirme gayretiyle, nefis mücadelesinde zafer kazanma peşindedirler...
İftar sofralarında yerlerini alan, bazı neferler ise, siyasi kimlikleri  adına, sırf politik kaygılarından dolayı ve gelecek seçimde ya kaybedersem endişesiyle, inanılmaz bir performans sergileyerek, bir gün iftar sofralarında, bir gün yardım paketlerinin başında  yer alıp, bu ayın tüm hikmetlerinden yararlanma derdine düşerler.
Öyle ki; bu mübarek ay, halkı ayaklı oy pusulası olarak gören, kurulan iftar çadırlarında baş köşede oturan, yardım ve hayır hissiyatlarının ne kadar çok olduğunu bir an da fark eden, bu kutsal ayı şahsi istekleri ve hırsları için  kullanan, hayatımızın gerçeklerini temsil eden şahsiyetlerle doludur.
Unutmayalım ki; Her yıl;
Ruh, nefsin arsızlığından, aklın itaatsizliğinden, kalbin melankolisinden, yorulan bedenimizin yükünü çekmekten bitap düşmüş iken, Ramazan imdada yetişir
Ramazan ayı, Kutsal kitabımız  Kur’an Kerim’in indirilmeye başladığı aydır…
Bu ay; oruç, ibadet,mukabele, sabır  ve rahmet ayıdır..
Bu ay, açlıkla terbiye edilen nefsin, ruhu dinginleştirdiğine şahitlik etmek demektir.
Ramazan ayınız mübarek olsun....
Sevgiyle kalın...
 Hale GÜLOĞLU