10 Ekim 2011 Pazartesi

BU BİR DEVRİMDİR

BU BİR DEVRİMDİR


 

1934 yılı, Haziran ayı... Ankara, önemli bir konuğu ağırlamaya hazırlanıyor.
İran Şahı Rıza Pehlevi gelecek ve Atatürk devrimlerini inceleyecek...
Atatürk, yakın arkadaşlarını Çankaya Köşkü'nde topluyor.
"Şah için nasıl bir program yapalım?" diye soruyor.
Kimi Orman Çiftliği'ne götürmeyi öneriyor, kimi "Merinos'u gezdirelim" diyor.
 

  
Beğenmiyor bu önerileri Atatürk...
"Bütün bunlar İran'da da var. Onlarda olmayan bir şey yapmalı, farkımızı ortaya koymalıyız" diyor.

 
Aklında bir fikir olduğu besbelli... Sofradakiler merakla bekleşirken kararını açıklıyor:

 
"Opera yapacağız!“
 

   

İşte ilk Türk operası Özsoy'un doğuş sahnesi bu... Atatürk operanın konusunu da kendisi belirliyor.
İran'lıların Şeyhnamesi'nden esinlenmiş bir destan planlıyor:
Öykü, Hakan Feridun'un ikiz oğulları Tur ile Irac üzerine kurulu...

 
İkizler doğduğunda şeytanın gazabı onları birbirinden ayırıyor... 
Ayrı yollara gidip birbirlerinden uzaklaşıyorlar.
Ama yüzyıllar sonra buluşup kardeş olduklarını anlıyorlar.
Tıpkı "ayrı yollara giden ikizler" Türkiye ve İran gibi...

 


Bu konuyu işlemesi için Münir Hayri Egeli'ye veriyorlar. Libretto'yu Egeli yazıyor.
(Libretto, opera, operet, oratoryo, bale, muzikal gibi sahne eserlerinin yazılı söz metinleridir.)

Sonra besteci arayışına girişiliyor ve Adnan Saygun akıllarına geliyor.
Saygun, devlet bursuyla gonderildiği Paris'ten yeni dönmüş, Musiki Muallim Mektebi'nde hocalık yapıyor. Henüz 27 yaşında...
 


Libretto'yu okutuyorlar kendisine...
"Şah geliyor, bundan bir opera yazacaksın" diyorlar.
Seviniyor Saygun... Daha önce hiç operası yok Türkiye'nin...
 

 
Soruyor:  
"Solist var mı?“  
 "Yok!"
"Koro var mı?"
"Yok!"
"Orkestra var mı?"
"Yok!"
"Ne kadar vaktimiz var?"
"Bir ay!"
 

  Mucizevi bir öyküdür bu...
1 ayda, 27 yaşındaki o adam, hem de Riyaset-i Cumhur Orkestrası Şefi'nin engelleme çabalarına rağmen solistleri bulur, orkestrayı ve koroyu oluşturur, eseri besteler ve Türkiye'nin ilk opera eserini yaratır.

Saygun, o uykusuz geceler için sonradan şöyle yazacaktır:

"Ah bu çalışma... Zaman kısa, imkânlar son derece sınırlı... Ama içimiz coşkun.
Yalnız benim değil, bütün görev almış arkadaşlarımın içi şevkle kaynıyor.
Acaba o atılım üstüne atılım yıllarında içimizde duyduğumuz dinmek bilmez heyecanı,
sönmek bilmez ateşi şimdiki kuşaklar nasıl duyuyorlardır".
 

Atatürk, gelişmeleri uzaktan takip eder.
Bir ara Sovyet Sefiri Karahan'a "Sen anlarsın, git bir bak" deyip provalara yollar.
Olumlu haber alınca kendisi de gidip izler bir provayı...
 
   

Ve Özsoy, 19 Haziran 1934 gecesi, iki devlet adamının huzurunda sahnelenir.
Atatürk, bu mucizenin yaratıcılarını gece Çankaya Köşkü'nde ağırlar, kutlar.
Ve engellemeye çalışanlara der ki:
"Bu, bir devrim hareketidir!“
 

 

7 Eylül'de Adnan Saygun'un 100. doğum yıldönümü kutlandı.
Saygun'u ya da Özsoy'u anımsayan kaç kişi var bugün?

 Ya da, daha anlamlı bir soru: 
 "O devrim yıllarının dinmek bilmez heyecanını, sönmek bilmez ateşini" şimdikiler nasıl duyuyorlar?  
 

9 Ekim 2011 Pazar

KUL KURAR KADER GÜLERMİŞ...

KUL KURAR KADER GÜLERMİŞ





                                                                          

Hava kararmıştı.  
Yoğun bir günün ardından sessizce yatak odasına çekildi.
 
Üzgündü. Yarın annesine, babasına ve kardeşlerine  veda etmek zorunda kalacaktı.
 
Ailesi İstanbul'a giden gemi ile gidecek, o ise İzmir'e gidene binecekti...
 
Halbuki neler hayal etmişti. Evlatları ve ailesiyle bir arada yaşayacak, çocuklarını en iyi okullarda okutacaktı.
 
Ama olmadı, olamadı! Bir göç dalgası onların tüm hayatını mahvetmişti.
 

Yaşananlar ve şartlar böylesi bir gidişi zorunlu kılmış  ve o doğduğu, hayat bulduğu, hayaller kurduğu  topraklara veda etmek zorunda kalmıştı....
 
Şiddet, zulüm, vahşet görmüşler, her yanı bir korku dalgası sarmış ve onlar yaşam şansı bulamadıklarından gitmeye karar vermişlerdi.


Gidecekleri ülke onların sıgınabilecekleri, güven duyabilecekleri  tek ülke, tek dayanaklarıydı.

Onlar Türkiye'ye gideceklerdi...
 
Türkiye'ye!
 
Yüzyıllardır göçe ev sahipliği yapmış ve göç acısı yaşamış bir ülke'ye....
 
Kırım'dan Kafkaslar'a, Balkanlar'dan Ortadoğu'ya...

Her zaman ihtiyaç duyan her insana ev sahipliği yapmış, insani duygularını hiçbir zaman kaybetmemiş, yüzyıllardır göç acısı yaşamış ve kapılarını her zaman açık bırakmıştı Türkiye. 

Göç demek yıkım demekti.


Kültürel, sosyal, ekonomik, ve siyasi anlamda yaşadığınız ülke ile tüm bağlarınızı kopartmanız demekti.
 
Son günlerde böylesi göç acısı yaşayan Suriye halkı, Türkiye sınırından giriş yaparak göç mağduru olma yolunda hızlı bir şekilde ilerliyor.
 
Sayıları 11 bin'i bulan ve çoğu yaşlı, çocuk ve kadınlardan oluşan savunmasız insanlar; vahşetin, katliamın, yıkımın izlerini taşıyorlar...
 
Hayatlarının nereye savrulduğunun farkında bile değiller.
 
Tek istedikleri huzur dolu bir ortam ve can güvenliği.


Korkusuzca ürkmeden uyuyabilecekleri bir gece belki de.

Suriye lüks ve ihtişamın, fakirlik ve sefaletle taban tabana zıt yaşandığı bir ülke.


Bir bakmışsınız şık hanımlar-beyler, lüks arabalar, o partiden bu partiye koşturan, ihtişamın tavan yaptığı o zengin zümrenin yaşam şansı bulduğu Suriye...


Diğer tarafta ise; yaşam savaşı veren ciddi bir baskı uygulanan nefes almak için zorlanan  Suriye... 


Sayısız köyü, türlü anlaşmalarla ortadan ikiye bölen, sınır geçiş noktalarında yavuklusuyla kardeşiyle tel örgülerin arasında hasret gideren, romanlara, filmlere, vuslatlık aşklara ve hayat hikayelerine konu olan bir ülke Suriye.


Düşünün devletler arasında imzalanan anlaşmalarla kardeşinizi, malınızı, mülkünüzü terkettiğiniz ülkeye bırakıyorsunuz ve o ülkede,  toprak sahibi olduğunuzu ispatlarsanız işte o zaman; ''Pasavan'' denilen özel bir kimlikle malınıza mülkünüze ulaşma şansınız oluyor.


Yüzlerce yıl Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırları arasında kalmış, adım başı Osmanlı'ya dair izler taşıyan bu ülke, sınır komşuları ve konumu gereği hep gündemde oldu. 


Bölgede huzur ortamını yok edecek tüm fırsatlar değerlendirildi ve bu stratejiler yüzünden yıllardır kaos ortamı hiç eksik olmadı.


Öyle yada böyle artık Dünya değişiyor...


Zorlamayla, baskı altında dikta rejimini benimseyen tüm ülkeler, artık değişen dünyanın, gelişen ve hissedilen özgürlükçü ruhunu  tutabilme şansını kaybetti.


Teknolojinin gücü ile dünya insanının her yere ulaşabilmesi, bir anlamda dünyanın küçülmüş olması bu tür değişimleri zorunlu kılmaya başladı.

Hepimiz insanız.


Çok daha güzel şartlarda yaşamayı arzu ederiz.


Bu uğurdada belki isyan, belki başkaldırı her ne derseniz deyin mücadele ruhumuzu asla kaybetmeyiz.


Sinmek, kabullenmek bir noktada isyanı getiriyor. 


Aynı Suriye, tüm Ortadoğu, Balkan'lar ve Kuzey Afrika'da yaşananlar gibi...

Halk bilinçleniyor ve kendi KADERİNİ KENDİ ÇİZMEK İSTİYOR...

Hani derler ya ''KUL KURAR, KADER GÜLERMİŞ.'' diye...
 
HAYATTA KALMAK ADINA; 
 
HAYATA DAİR, YAŞAMA DAİR, UMUTLARINIZA HAYALLERİNİZE DAİR, ÖZLEDİKLERİNİZ İSTEDİKLERİNİZ BİR AN DA ÖNEMİNİ YİTİREBİLİYOR.
 
Umudunuzu, ümitlerinizi tekrar canlandırmak adına yeni, yepyeni bir hayata sıfırdan başlamak zorunda bırakılıyorsunuz.

Geride bıraktıklarınızın acısı ve özlemi her ne kadar yüreğinizi acıtsa bile yaşamak adına, ayakta kalmak adına mücadele etmek durumundasınız.
 
Kul'sunuz kuruyorsunuz, kader size ne kader güler ise onu yaşamak zorunda kalıyorsunuz...



Sevgiyle Kalın

Hale GÜLOĞLU