10 Ekim 2011 Pazartesi

BU BİR DEVRİMDİR

BU BİR DEVRİMDİR


 

1934 yılı, Haziran ayı... Ankara, önemli bir konuğu ağırlamaya hazırlanıyor.
İran Şahı Rıza Pehlevi gelecek ve Atatürk devrimlerini inceleyecek...
Atatürk, yakın arkadaşlarını Çankaya Köşkü'nde topluyor.
"Şah için nasıl bir program yapalım?" diye soruyor.
Kimi Orman Çiftliği'ne götürmeyi öneriyor, kimi "Merinos'u gezdirelim" diyor.
 

  
Beğenmiyor bu önerileri Atatürk...
"Bütün bunlar İran'da da var. Onlarda olmayan bir şey yapmalı, farkımızı ortaya koymalıyız" diyor.

 
Aklında bir fikir olduğu besbelli... Sofradakiler merakla bekleşirken kararını açıklıyor:

 
"Opera yapacağız!“
 

   

İşte ilk Türk operası Özsoy'un doğuş sahnesi bu... Atatürk operanın konusunu da kendisi belirliyor.
İran'lıların Şeyhnamesi'nden esinlenmiş bir destan planlıyor:
Öykü, Hakan Feridun'un ikiz oğulları Tur ile Irac üzerine kurulu...

 
İkizler doğduğunda şeytanın gazabı onları birbirinden ayırıyor... 
Ayrı yollara gidip birbirlerinden uzaklaşıyorlar.
Ama yüzyıllar sonra buluşup kardeş olduklarını anlıyorlar.
Tıpkı "ayrı yollara giden ikizler" Türkiye ve İran gibi...

 


Bu konuyu işlemesi için Münir Hayri Egeli'ye veriyorlar. Libretto'yu Egeli yazıyor.
(Libretto, opera, operet, oratoryo, bale, muzikal gibi sahne eserlerinin yazılı söz metinleridir.)

Sonra besteci arayışına girişiliyor ve Adnan Saygun akıllarına geliyor.
Saygun, devlet bursuyla gonderildiği Paris'ten yeni dönmüş, Musiki Muallim Mektebi'nde hocalık yapıyor. Henüz 27 yaşında...
 


Libretto'yu okutuyorlar kendisine...
"Şah geliyor, bundan bir opera yazacaksın" diyorlar.
Seviniyor Saygun... Daha önce hiç operası yok Türkiye'nin...
 

 
Soruyor:  
"Solist var mı?“  
 "Yok!"
"Koro var mı?"
"Yok!"
"Orkestra var mı?"
"Yok!"
"Ne kadar vaktimiz var?"
"Bir ay!"
 

  Mucizevi bir öyküdür bu...
1 ayda, 27 yaşındaki o adam, hem de Riyaset-i Cumhur Orkestrası Şefi'nin engelleme çabalarına rağmen solistleri bulur, orkestrayı ve koroyu oluşturur, eseri besteler ve Türkiye'nin ilk opera eserini yaratır.

Saygun, o uykusuz geceler için sonradan şöyle yazacaktır:

"Ah bu çalışma... Zaman kısa, imkânlar son derece sınırlı... Ama içimiz coşkun.
Yalnız benim değil, bütün görev almış arkadaşlarımın içi şevkle kaynıyor.
Acaba o atılım üstüne atılım yıllarında içimizde duyduğumuz dinmek bilmez heyecanı,
sönmek bilmez ateşi şimdiki kuşaklar nasıl duyuyorlardır".
 

Atatürk, gelişmeleri uzaktan takip eder.
Bir ara Sovyet Sefiri Karahan'a "Sen anlarsın, git bir bak" deyip provalara yollar.
Olumlu haber alınca kendisi de gidip izler bir provayı...
 
   

Ve Özsoy, 19 Haziran 1934 gecesi, iki devlet adamının huzurunda sahnelenir.
Atatürk, bu mucizenin yaratıcılarını gece Çankaya Köşkü'nde ağırlar, kutlar.
Ve engellemeye çalışanlara der ki:
"Bu, bir devrim hareketidir!“
 

 

7 Eylül'de Adnan Saygun'un 100. doğum yıldönümü kutlandı.
Saygun'u ya da Özsoy'u anımsayan kaç kişi var bugün?

 Ya da, daha anlamlı bir soru: 
 "O devrim yıllarının dinmek bilmez heyecanını, sönmek bilmez ateşini" şimdikiler nasıl duyuyorlar?  
 

9 Ekim 2011 Pazar

KUL KURAR KADER GÜLERMİŞ...

KUL KURAR KADER GÜLERMİŞ





                                                                          

Hava kararmıştı.  
Yoğun bir günün ardından sessizce yatak odasına çekildi.
 
Üzgündü. Yarın annesine, babasına ve kardeşlerine  veda etmek zorunda kalacaktı.
 
Ailesi İstanbul'a giden gemi ile gidecek, o ise İzmir'e gidene binecekti...
 
Halbuki neler hayal etmişti. Evlatları ve ailesiyle bir arada yaşayacak, çocuklarını en iyi okullarda okutacaktı.
 
Ama olmadı, olamadı! Bir göç dalgası onların tüm hayatını mahvetmişti.
 

Yaşananlar ve şartlar böylesi bir gidişi zorunlu kılmış  ve o doğduğu, hayat bulduğu, hayaller kurduğu  topraklara veda etmek zorunda kalmıştı....
 
Şiddet, zulüm, vahşet görmüşler, her yanı bir korku dalgası sarmış ve onlar yaşam şansı bulamadıklarından gitmeye karar vermişlerdi.


Gidecekleri ülke onların sıgınabilecekleri, güven duyabilecekleri  tek ülke, tek dayanaklarıydı.

Onlar Türkiye'ye gideceklerdi...
 
Türkiye'ye!
 
Yüzyıllardır göçe ev sahipliği yapmış ve göç acısı yaşamış bir ülke'ye....
 
Kırım'dan Kafkaslar'a, Balkanlar'dan Ortadoğu'ya...

Her zaman ihtiyaç duyan her insana ev sahipliği yapmış, insani duygularını hiçbir zaman kaybetmemiş, yüzyıllardır göç acısı yaşamış ve kapılarını her zaman açık bırakmıştı Türkiye. 

Göç demek yıkım demekti.


Kültürel, sosyal, ekonomik, ve siyasi anlamda yaşadığınız ülke ile tüm bağlarınızı kopartmanız demekti.
 
Son günlerde böylesi göç acısı yaşayan Suriye halkı, Türkiye sınırından giriş yaparak göç mağduru olma yolunda hızlı bir şekilde ilerliyor.
 
Sayıları 11 bin'i bulan ve çoğu yaşlı, çocuk ve kadınlardan oluşan savunmasız insanlar; vahşetin, katliamın, yıkımın izlerini taşıyorlar...
 
Hayatlarının nereye savrulduğunun farkında bile değiller.
 
Tek istedikleri huzur dolu bir ortam ve can güvenliği.


Korkusuzca ürkmeden uyuyabilecekleri bir gece belki de.

Suriye lüks ve ihtişamın, fakirlik ve sefaletle taban tabana zıt yaşandığı bir ülke.


Bir bakmışsınız şık hanımlar-beyler, lüks arabalar, o partiden bu partiye koşturan, ihtişamın tavan yaptığı o zengin zümrenin yaşam şansı bulduğu Suriye...


Diğer tarafta ise; yaşam savaşı veren ciddi bir baskı uygulanan nefes almak için zorlanan  Suriye... 


Sayısız köyü, türlü anlaşmalarla ortadan ikiye bölen, sınır geçiş noktalarında yavuklusuyla kardeşiyle tel örgülerin arasında hasret gideren, romanlara, filmlere, vuslatlık aşklara ve hayat hikayelerine konu olan bir ülke Suriye.


Düşünün devletler arasında imzalanan anlaşmalarla kardeşinizi, malınızı, mülkünüzü terkettiğiniz ülkeye bırakıyorsunuz ve o ülkede,  toprak sahibi olduğunuzu ispatlarsanız işte o zaman; ''Pasavan'' denilen özel bir kimlikle malınıza mülkünüze ulaşma şansınız oluyor.


Yüzlerce yıl Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırları arasında kalmış, adım başı Osmanlı'ya dair izler taşıyan bu ülke, sınır komşuları ve konumu gereği hep gündemde oldu. 


Bölgede huzur ortamını yok edecek tüm fırsatlar değerlendirildi ve bu stratejiler yüzünden yıllardır kaos ortamı hiç eksik olmadı.


Öyle yada böyle artık Dünya değişiyor...


Zorlamayla, baskı altında dikta rejimini benimseyen tüm ülkeler, artık değişen dünyanın, gelişen ve hissedilen özgürlükçü ruhunu  tutabilme şansını kaybetti.


Teknolojinin gücü ile dünya insanının her yere ulaşabilmesi, bir anlamda dünyanın küçülmüş olması bu tür değişimleri zorunlu kılmaya başladı.

Hepimiz insanız.


Çok daha güzel şartlarda yaşamayı arzu ederiz.


Bu uğurdada belki isyan, belki başkaldırı her ne derseniz deyin mücadele ruhumuzu asla kaybetmeyiz.


Sinmek, kabullenmek bir noktada isyanı getiriyor. 


Aynı Suriye, tüm Ortadoğu, Balkan'lar ve Kuzey Afrika'da yaşananlar gibi...

Halk bilinçleniyor ve kendi KADERİNİ KENDİ ÇİZMEK İSTİYOR...

Hani derler ya ''KUL KURAR, KADER GÜLERMİŞ.'' diye...
 
HAYATTA KALMAK ADINA; 
 
HAYATA DAİR, YAŞAMA DAİR, UMUTLARINIZA HAYALLERİNİZE DAİR, ÖZLEDİKLERİNİZ İSTEDİKLERİNİZ BİR AN DA ÖNEMİNİ YİTİREBİLİYOR.
 
Umudunuzu, ümitlerinizi tekrar canlandırmak adına yeni, yepyeni bir hayata sıfırdan başlamak zorunda bırakılıyorsunuz.

Geride bıraktıklarınızın acısı ve özlemi her ne kadar yüreğinizi acıtsa bile yaşamak adına, ayakta kalmak adına mücadele etmek durumundasınız.
 
Kul'sunuz kuruyorsunuz, kader size ne kader güler ise onu yaşamak zorunda kalıyorsunuz...



Sevgiyle Kalın

Hale GÜLOĞLU

8 Eylül 2011 Perşembe

İNSANDIR BAYRAMI BAYRAM YAPAN...‏

Güzel bir pazar sabahına uyanır uyanmaz, ''Bugün, şöyle bir İstanbul nostaljisi mükemmel olur'' diyerek SultanAhmet'e doğru yola koyuldum.
Her nasıl daldıysam bir anda yolları karıştırdım ve kendimi ara sokakların birinde buldum.
                                                       
İstanbul burası!

Derin bir kuyu gibi!  
     
Herkes bir o yana bir bu yana, kısa günün uzun koşuşturmaları içinde savrulup duruyordu.
Ramazan Bayramı'nın son günlerinden arefe günlerindendi bugün.
Ellerde paketler en gerekli olanlar alınıyor, özel bir güne özel bir telaşın izleri yüzlerden hissediliyordu.
Bayram sabahına hazırlık vardı malum...
Yılda iki kez kapımızı çalan, sevdiklerimizle bizleri buluşturan, manevi duygularımızı en üst düzeye çıkaran o güzel Bayram gününe dairdi tüm bu çabalar.

Kimimizin bir ay oruç tutarak nefsimize hükmettiğimiz, kimimizin bu bir ayın faziletin yaşamadan daha bir sahiplendiği, kimimizin ise ''Oooo! Süper oldu bu tatil, fırsat bu fırsat değerlendirelim'' dediği insanlığa bahşedilmiş en güzel günlerden birineydi tüm bu hazırlıklar.

Öyle ya!

Bir milletin yapısının en temel hazinelerinden olan adetlerimiz, gelenek ve göreneklerimizin hatırlandığı, yardımlaşmanın, dayanışmanın en güzel örneklerinin sergilendiği anlardı Bayramlar.
Her gelen asrın, bir öncekini aratır misali, eskilerin bir önceki neslin yaşadığı bayram manzaralarını dillerine doladığı, geçmişe dair bir şeylerin yok olup gittiği ve unutulduğu gerçeğinin hissedildiği günlerdi Bayramlar...
Tıpkı çocukluğumuzda diye başladığımız Bayram sohbetleri gibi, o çok bilindik maziye özlemin anlatılmasıdır Bayramlar...  

Tüm Müslüman Dünyası'nda bir an da kutlanan, Bosna'dan-Makedonya'ya,Kosova'dan- Batı Trakya'ya, tüm Balkanlardan-Trablusgarp'a oradan Semerkant'a uzanan, tek bir ses tek bir yürek olarak kutlanan o fazileti yüksek günlerdir Bayramlar...

Benim bu Bayram yüreğim buruk!
Ben tüm İNSANLIĞIN SINIFTA KALDIĞINI düşündüğüm bir Ramazan yaşadım.
Kardeşin kardeşi vurmayacağı, sahip çıkacağı, kanın akmayacağı, anaların-babaların-bacıların-kardeşlerin ağlamayacağı bir Ramazan dı gönlümden geçen...
Açlığın sefaletin olmayacağı, böyle bir olay var ise tüm dünyanın yardım edeceği, dil-din-renk gözetmeksizin tüm dünyanın seferber olacağı bir ay olmalıydı bu Ramazan.
Evet; İnsanlık kaybetti!
Barış kaybetti!
Sağduyu, iyiniyet kaybetti!
Dostluk kaybetti!
Vefa kaybetti!
Peki ya kazandığını zannedenler!
Bir sonraki dönemi garantilemek adına, belki de hayatları boyunca değil o sokakları, içinde yaşayanları bile hatırlamayacakları mekanlara gidip, o ev senin bu ev benim arkalarında basın ordusu ile şov yapanlar...
Kan döküp, kendilerini farklı bir statüye koyup aslında zavallı olan, hırs bürümüş kan çanağı gözleriyle sağa sola demeçler veren insan kılıklı vatan hainleri kaybetti.
Açlık nedeniyle milyonlarca insanın binlerce bebeğin yaşamını yitirdiği, adına BM denilen kendi depolarındaki tonlarca gıda malzemesinden habersiz olan onları dağıtmaktan aciz, adını Birleşmiş değil Ben diye algılayan, sözde uluslararası bir insanlık kuruluşu olduğunu iddia eden, özde ise  hala dil-din-ırk üçlemesine takılmış olan o insani güç kaybetti.
Batı Trakya da müslüman azınlığın haklarını gaspeden, Türk'üm kelimesinin kullanılmasını yasaklayan, Müslüman toplulukları birbirine düşürerek binlerce aileyi gözyaşına boğan, insana değil kendi çıkarlarına hizmet eden dünya kaybetti.
Peki ya kazananlar!
Hiç kimse! İnsanlığın ölmeye başladığı, hırsların tüm evreni esir aldığı bu dünyanın kazananı yok, kaybedeni çok...
Her ne kadar böyle olsa da bizler kendi küçük dünyamızda ulaşabileceğimiz her yere; yüreğimizi, dostluğumuzu, desteklerimizi götürmekten asla vazgeçmeyelim.
İyiliğin kötülüğü yeneceği, dostluğun düşmanlığı yok edeceği, sabrın selamet olacağının asla unutulmayacağı, anaların babaların şehit evlatlarının mezarına gitmeyeceği, insanlığın bayram sabahına ağlayarak değil gülerek merhaba diyeceği, güçlünün güçsüzü her daim gözeteceği, İNSANLIĞIN KAYBETMEYİP KAZANACAĞI bir dünya yaratalım. 
Biliyorum ki böylesi bir dünya, bir hayal! 
Ama güzel bir hayal!

Ve inanıyorum ki, bazen küçük bir dokunuşun tüm duvarları yıkacağı tüm hayallerimin gerçek olabileceği o güzel  BAYRAMLAR bir gün gelecek...
BARIŞA ÖZLEMİN OLMAYACAĞI NİCE BAYRAMLAR GEÇİRMENİZ DİLEĞİYLE!

Sevgiyle Kalın
Hale GÜLOĞLU

7 Ağustos 2011 Pazar

RAMAZAN GELDİ.

Yine Ramazan geldi!
Gönüllerin arındığı,kibir, bencillik, hasetlik duygularının son bulduğu, nefis muhasebesinin yapıldığı, ihtiyacı olanlara ve yaşlılara yardım  eli uzatıldığı, dayanışmanın en yüksek seviyeye ulaştığı, o kutsal ve mübarek ay…
11 Ayın Sultanı Ramazan
Kendi adımıza, günah-sevap cetvellerini çıkarttığımız, kar-zarar bilançosunu yaptığımız, manevi bir hesap ayıdır bu ay... Anadolu’dan, Rumeli’ye tüm İslam aleminde yaşanan, Müslüman’ların en kutsal ayıdır Ramazan…
Göç acısı yaşayan, yeni vatan kaygısına düşmüş, geride bıraktıklarına dair özlemlerini yüreklerinden atamayan Rumeli insanı ise, Ramazan’ı bir başka yaşar. Onlar için Rumeli demek, vatan demek, taşı toprağı altın demektir. Yerleştikleri heryerde, gelenek-görenek ve adetlerini sürdürmeye, onları yaşatmaya çalışmışlardır. Bir başka olurdu onlar için Ramazan.
Ramazan'ın ilk gününe, gece sahurla Bismillah denir  ve oruca başlanır. İftar  ve sahur vakti ise, çok önemlidir. Evler de özellikle de mutfaklarda, iftar ve sahur için  yapılan hazırlıklar, tüm  gün sürer, dururdu. Evin hanımı, her gece ne pişirsem telaşına düşer, erkekler ise tüm gün;
 -Ev de, iftar da ne yemek var?
-Eksik bir şey var mı, acaba?,
-Ya canım şunu da istedi, bir haber versem de onu da yapsınlar.’’gibi hep yemek düşünür vaziyetinde günü geçirirlerdi.
Her gece, ya bir yakın iftara gelir, ya da bir yakına iftara gidilirdi.
Sıcak, sıcak taze ramazan pidesinin o kendisine has kokusu ise, bir başka güzeldi.
İftar yemeklerinin vazgeçilmezi ise, iftariyelikler, gözleme, tatlılar, hoşaflar, bulmaçlı köfte, büryan,börekler, çeşit çeşit yiyecekler, bereketin ve bolluğun olduğu sofralar, her gece bu mübarek gecenin hikmetini müjdelerdi.
Yemeğin arkasından içilen kahvelerin, o doyumsuz sohbetlerin tadı ise bir başkaydı. Büyükler yemek biter bitmez, hemen namaz telaşına girerler, evin genç kızları ise,bir an önce sofrayı toplama derdine düşerlerdi…
Ramazan’ın değişmeyen sembolü, nostaljisi ise davulculardı.
Ramazan‘ın geldiğini müjdeleyen davulcu, on beşinci gün,her evin kapısına tek tek gider, maniler söyleyerek ya para, ya da bir hediye beklerdi.
Babaannem ise, her zaman ki sabit tavrıyla, her yıl kapıya gelen davulcuya çorap vererek, beni çıldırtmak gibi  bir çaba  içinde olurdu.
-‘’Babaanne, davulculara neden hep çorap veriyorsun? Bu sene para versen ne olur ki!’ desem de, o asla beni dinlemez;
Üstüne üstlük bir de bana kızarak;
-‘’Çekil sen anlamazsın, çocuksun ‘’der, ne çorap renginden ödün verirdi, ne de  davulcuya ‘’Bak davulcu efendi, sen  her gece mutlaka bizim kapıya  gel, ben sana yine çorap vereceğim.’’ demekten asla vazgeçmezdi…
Gerçi ev halkı, davulcunun bu sonsuz hizmetinden pek memnun olmazdı ama, yapacakta bir şey yoktu.
Bu film her yıl tekrarlanır dururdu…
 Çok güzeldi, çok özeldi o günler...
Şimdi ise,şehir hayatının getirdiği yozlaşmanın en çarpıcı  örneği, Ramazan Ayında yaşanıyor.
Artık kapıma davulcu gelmiyor.
Bir yere iftara giderken, haber vermeden asla gidemiyoruz.
Çoğunlukla evlerde değil, restaurantlarda  iftar yemeklerine davet ediliyorum.
Ne kadar hazin ama, artık evlerde, günümüzde  yaşanan Ramazan böyle …
Bir de kendi kültürel kimliğimizi yansıtan bu mübarek ayın,toplumsal yönden ,medyatik yönden,  yaşadığımız bir yönü var.
Tüm camilerin minareleri mahyalarla süslenmeye başlar. Şehirlerarası cami gezileri yoğunlaşır.
İbadet yerleri, dolar-taşar bu mübarek ayda…
Yazılı medya da hazırlıklarını yapmış, günler öncesinden Kur-an CD si, Ramazan ‘a özel hediyeler ve  cüzlerin dağıtımı için, kupon biriktirme eylemlerine başlamıştır bile.
Bu arada görsel medya da boş durmaz tabii...
Şarkıcı-türkücü, her kimi bulduysa, Ramazan sohbetleri programları adı altında, Dede Efendi’den  ilahilere, oradan manilere ve günümüz şarkılarına uzanan programlarıyla, İslam alemine maneviyatı yüksek bir ay yaşatma çabası içinde olurlar.
Yarışma programlarında ise,bu ayın mana ve önemine  uygun, Ramazan hediyeleri olur mutlaka.
Her kanal da ‘’Ramazan geldi, hoş geldi’’ gibisinden medyatik din bilimcilerinin katıldığı, eğitici  paket programlar hemen ekranlarda yerlerini alır.
 Hele bir de, soru cevap şeklinde olanlar vardır ki ,bazı soruların cehaleti insanı şaşkına çevirecek türdendir.
Ramazan geldi ,medya da üstüne düşeni yapmalı  tabiiii… Yeter ki halk, o feyzi yaşasın.
Bu arada, bu mübarek ayda hadis-i şerifin dediği gibi,’ cennetin kapıları açılacak, şeytan zincire vurulacak’’tır.
Şeytanı zincire vursanız ne olacak ki, maşallah neferleri  fırsat bu fırsat deyip, hiçbir boşluğu  kaçırmayıp ,menfaatlerine uygun  olabilecek en küçük bir imkanı bile değerlendirme gayretiyle, nefis mücadelesinde zafer kazanma peşindedirler...
İftar sofralarında yerlerini alan, bazı neferler ise, siyasi kimlikleri  adına, sırf politik kaygılarından dolayı ve gelecek seçimde ya kaybedersem endişesiyle, inanılmaz bir performans sergileyerek, bir gün iftar sofralarında, bir gün yardım paketlerinin başında  yer alıp, bu ayın tüm hikmetlerinden yararlanma derdine düşerler.
Öyle ki; bu mübarek ay, halkı ayaklı oy pusulası olarak gören, kurulan iftar çadırlarında baş köşede oturan, yardım ve hayır hissiyatlarının ne kadar çok olduğunu bir an da fark eden, bu kutsal ayı şahsi istekleri ve hırsları için  kullanan, hayatımızın gerçeklerini temsil eden şahsiyetlerle doludur.
Unutmayalım ki; Her yıl;
Ruh, nefsin arsızlığından, aklın itaatsizliğinden, kalbin melankolisinden, yorulan bedenimizin yükünü çekmekten bitap düşmüş iken, Ramazan imdada yetişir
Ramazan ayı, Kutsal kitabımız  Kur’an Kerim’in indirilmeye başladığı aydır…
Bu ay; oruç, ibadet,mukabele, sabır  ve rahmet ayıdır..
Bu ay, açlıkla terbiye edilen nefsin, ruhu dinginleştirdiğine şahitlik etmek demektir.
Ramazan ayınız mübarek olsun....
Sevgiyle kalın...
 Hale GÜLOĞLU

17 Temmuz 2011 Pazar









    BU  EKİM ÇOK ÖZELMİŞ
    Bu ekim çok özelmiş…Çünki; ‘’ 5 Cuma, 5 Cumartesi ve 5 Pazar hepsi bir arada imiş...( Bak sen şu tesadüfe) Böylesi bir durum bir ayda ancak 823 yılda bir olurmuş ve her biri para torbaları anlamına geliyormuuuuş!


2010  Ekim ayının en popüler maili idi bu... Beni deli eden hergün sürekli mail kutuma gelen çıgınlık boyutuna gelmiş bir mail idi. Bu kadar mı!


Tabiiki değil! Bir farklısı da;


''8 iyi insana yollayın, Çin fengshui’sine gore 4 günde paralar gelecekmiş. Durduran avucunu yalarmış bilesiniz....’’

Hadi bakalım yandınız!

Şimdi bu maili arkadaşlarınıza yollasanız onlarda aynen benim gibi söylenip duracaklardır muhtemelen... Nereden çıktı şimdi bu diye?

Yollamasanız, ya bu seferde Fengsu ters teperde elinizdeki avucunuzdaki paracıklarınızı alır giderse!

İki aşamalı bir denklem gibi!

Yollasanız bir türlü, yollamasanız bir türlü. Üstünüze yüklenen bu ağır sorumluluğun altında ezilir kalırsınız…

Ben arkadaşlarıma yolluyorum, onlar bana geri yolluyor, sürekli mailler gidip geliyorrr…

Hele bazıları var ki, o kadar edebi metinler halinde yazılmışlar ki kendinizi kaptırıveriyorsunuz.

Dünyanın en zengin adamı ( her kimse) trilyonlarını bir kişiye bağışlayacakmış, eğer 10 kişiye yollarsanız siz de bu mirası yakalama şansı elde edebilirmişsiniz.

Bak sen şu Allahın işine! Olur mu olur! Şans bu ya! Belki de o talihli kişi siz oluverirsiniz!…

Bazıları da var ki işe dini katarak, inandırıcılıklarını artırmak için sizin manevi duygularınızı istismar ederler...

‘’Bu mail hacdan geliyor. Dünyayı tavaf ettirmek amaç edinilmiştir. Bu zinciri bozanın başına taş yağdı, dudağında uçuk çıktı, sevgilisi terketti…

Şimdi bunu listendeki 7 kişiye yolla ve 7 vakte kadar ne olacağını gör.’’

Gel de yollama! Başına ya taş yağarsa, ya sevgilin terk ederse…Yollamazsan yandın gitti!

Bir de, ulusal önem taşıyan, güvenliğimizin tehlikede olduğunu yazan mailler zinciri vardır ki, sanırsınız yarın savaş çıkacak…

‘’Hophop elementi dünya'da oldukça az bulunan bir element. Bu element geleceğin yakıtı olarak

görülüyor. ABD bununla ilgili çalışmalar yapıyor. Bu elementin sadece %4'ü ABD'nin elinde.

Peki birinci kim?

Türkiye.

Eğer kısa zamanda organize olup halkı bilinçlendirmezsek, ABD kısa zamanda Türkiye'ye savaş açacak, haberin olsun.

Sığınak falan yap ! Unutmadan bunu da 7 kişiye yolla ki herkes gelecek tehlikeyi görsün..’’

İnanılır gibi değil, değil mi?

Bu maillerin sayesinde Paranoyak bir toplum olmamıza az kaldı..Bu mailler ki, sadece ilk an da hatırladıklarım…Daha binlercesi var..

Siz, siz olun Unutmayın;

Bir yere üye olduğunuz için fidan dikilmez!

Bir yerde oy kullandığınız için Türkiye'de bir kanun teklifi yasalaşmaz!

Bir maili 10 kişiye gönderirseniz dileğiniz yerine gelmez! .

Gerçekte yardım bekleyen yanan bir çocuk yok. Varsa da aynı çocuk geçen sene zaten bir kez yanmıştı!

Hastanede kan bekleyen öyle bir vatandaşımız yok

MSN paralı olmuyor. Logo mogo maviyken yeşile veya mora dönmüyor. Bir yere tıklamanız da gerekmiyor!

Tanımadığınız yerlerden gelen saçma sapan içerikli mesajları açmayın!

Sizden şifre isteyen kredi kartı numarası isteyen E-Mailleri silin!

Arkadaşlarınızdan dahi olsa gelen bu tip SPAM mesajlarını kimseye göndermeyin!

Bunlar o kadar yazıyorlar ki.. Bir tane bu e-maillerden para kazanan tanıdığınız var mı ?

Bir e-mail attınız diye size 1000lerce USD parayı neden versin ki?

Kimse o e-maili başkasına göndermedi diye, GÜNAHA girmez!

Kimse o mesajları arkadaşlarına atmadı diye, LANETLENMEZ!

Eğer ki böyle e-mailler alıyorsanız ve içlerindeki dosyaları açıyorsanız BANKA Şifreleriniz, Kredi kartı numaralarınız ve diğer özel bilgileriniz tehlike altında demektir…

Bizler gözümüzü açalım, güzel ülkemin saf internet kullanıcılarından olmayalım….

Sevgiyle Kalın

Hale Güloğlu

10 Temmuz 2011 Pazar

BAHAR TEMİZLİĞİ

Gün ağarmıştı, güneş o güzel yüzünü tüm canlılığıyla hissettiriyordu. 

Sabahın o derin  sessizliğinde, doğanın kirlenmemiş aydınlık yüzüne şöyle bir baktı. 

Bahçedeki o güzelim mis gibi
çiçek kokuları, taaa  içine kadar işledi.

Gün uzun, ama iş te çoktu.
Bu gün, bahar temizliği yapmalıyım diyordu kendi kendine...


Güzel bir kahvaltıyla güne başlamalıydı.

Kendine hazırladığı o mükemmel kahvaltısını, yemyeşil tabiatın canlanışını izleyerek yaptı ve işe koyuldu. 
Tüm gün, koşuşturma derken yoruldu... 

Derin bir soluk aldı, dinlenmeliydi....'' Şöyle güzel bir Türk kahvesi içmeliyim, tüm yorgunluğumu alır.'' diye düşündü... 
Kahvesini eline aldı. Koltuğa oturdu, ayaklarını da bir sandalyeye uzattıktan sonra gözleri daldı... 
Önce hayatı, geçmişi, yaşadıkları, yaşayamadıkları, isteyipte elde edemedikleri, ailesi, dostları...
Herşey gözünden, bir film şeridi gibi geçmeye başladı.

 Az önce, tüm vücudunu külçe haline getiren bahar temizliğine takıldı aklı... Gerekli miydi? Hayır!

Aslında, bedenini yoran evine gerekli değil di bu temizlik... Hayatına ruhuna gerekliydi...
Düşündü bir an;

YILLAR NE KADAR DA ÇABUK GEÇMİŞTİ....

Hepimiz böyle değilmiyiz. Havalar ısınır, bir kıpırtı  başlar içimizde....
 
Onu yapalım, şunu yapalım, bunu yapalım...
Yapacak listemiz hep kabarıktır, hiç eksilmez.

Hayatımız hep sonuca odaklıdır.
 Çocuk yapmak için evlenir, emekli olmak için çalışırız.
Hayatımızın can alıcı noktalarını hiç düşünmeyiz. Çoğu zaman başkaları üzülmesin, kimse kırılmasın diye çabalar dururuz.

Ömrümüz elimizden akıp gidiyordur ama, biz bunun farkında bile değilizdir...

Şimdi bahar temizliği zamanı... Çanlar onun için çalıyor ruhumuzda...

Önce bir silkinin... Hayatınızı ve kendinizi düşünün..
 
Bu akıp giden benim  zamanım, benim için ne kadar kıymetli deyin kendi kendinize...

Kendinizi önemseyin ve unutmayın ki siz teksiniz, sizden başka bir tane daha yok...
Önce; hayatınızdaki vakit hırsızlarıyla, gereksiz konuşmalarla saatlerinizi alıp, o kıymetli zamanınızı, çöp kutusuna atanlarla başlayın işe.......

Ruhunuzu daraltan, gözünüzün ışıltısını, enerjinizi alıp götürenleri; yaşamınıza huzur değil , mutsuzluk verenleri de  koyun kapının önüne ..süpürün ....çıkarın gitsin....

Yazmak, söylemek kolay... Bu nu yapabilmek... Kıyabilmek... Gözden, gönülden çıkarabilmek... Kolay mı peki.?..

Tıpkı kangrenli bir kol gibi, kesip atmadığınız sürece; her gün bedeninizi, ruhunuzu esir alacak ve tüketecek olanları; silmek  kolay mı?


Siz iyisi mi, bir kere de kesip atın kurtulun sizi yoranlardan. Koparın...

Önce belki, kıyamayacaksınız atmaya...

Tereddüt yaşayacak, ya sonra üzülürsem diyeceksiniz.. Korkmayın, cesur olun!
 İlk an canınız yansın, bırakın...

Peki , ya  sonra;

 Zaman geçecek, yara iyileşecek, yaşamınızdan bir sayfa kapanıp, küllenip gidecek.
Şimdi temizlik zamanı, bahar temizliği yapmak gerek...

 
Şöyle bir  çevrenize  bakın. Göreceksiniz;

Kimi evinde, kimi ruhun da, kimi sosyal hayatında, kimi de ülkede ki siyasi arena da temizliğe başladı bile...


Bu öyle bir temizlik ki; bazıları, yıllarca görmekten yorulduğumuz o eski yüzleri silip  yepyeni bir oluşumla ülke sahnesinde yer almaya hazırlandılar ama değişen fazla bir şey olmadı.

Dedik ya; şimdi temizlik zamanı...
 
Bahar temizliği yapmak gerek..
Sevgiyle kalın

Hale GÜLOĞLU 

 
Oysa hayat bir bütün ve her saniye ona dahildir.

8 Temmuz 2011 Cuma

TOPLU MEZARLARIN SESSİZ ÇIĞLIĞI ..... SREBRENİSTA---BOSNA

“...Düşmanlarımız sadece tek bir ırk tanıyorlar; kendi ırkları, tek bir din tanıyorlar; kendi dinleri, tek bir siyasi parti tanıyorlar; kendi partileri. Kendilerinden olmayan ne varsa onlar açısından yok edilmeye mahkumdur...”
Aliya İzzetbegoviç


'r diBir sabah uzaktan gelen bir gökgürültüsüyle uyandım. ''Birazdan yağmur yağacak'' diye düşündüm. Birden gözüm pencereye takıldı..Dışarıda dumanlar yükseliyordu.
Saraybosna yanıyordu!
Savaş çıkmıştı!
Rüzgar esiyor, kalbim buz gibiydi! 

Elim ayağım bedenimde değildi sanki! Tüm vücudum uyuşmuştu!

Dün en çok yanımda  olanlar, bu gün düşmanca bakıyorlardı bana.
Savaş buydu işte! Bir gün önce can dediğiniz insanlar, birden düşman oluvermişti.
Bu sizin mücadeleniz diye dayatılan savaş, artık  kapımızı çalmıştı...
Ölüm soğuk, ölüm acımasız dı! Bu işin sonu hüzün,karanlık ve gözyaşı olacaktı mutlaka.

Ama bu benim savaşım değildi. İnsan ne kadar öldürerek yaşayabilirdi ki?
İnsanı öldüren hiçbir savaş benim savaşım olamaz dı!
Bu bir cadı masalı olmalıydı...Yarın sona erecek, bir cadı masalı!
Böyle diyordu Bosnalı Müslüman küçük kız.

Bu gün!
Yüzlerce insan, 775 şehidin başında bekliyorlar.
Binlerce insan hüzünlü... Boşnak,Sırp,Hırvat... Yüzlerce yürek bir arada.
Gözler yaşlı,omuzlar çökmüş, çaresizliğin  acısı vurmuş yüzlere..
15 yıl önce katledilen yakınlarının başında derin bir sessizlik ve gözyaşı hakim...

Lanet olsun, lanet olsun, lanet olsun.
Böyle diyorlardı bembeyaz kefenlere bürünmüş, bugünün  BARIŞ ÇOCUKLARI...

Suçlu kim di?
Nasıl bu noktaya gelindi?
Avrupa'nın göbeğinde böylesi bir dram yaşanırken, her fırsatta, dünya'ya medeniyet ve insanlık dersi vermeye kalkan devletler neredeydi?
Suçları sadece Müslüman olmak olan bu insanların, vahşice katledilip böyle bir etnik soykırıma maruz kalmalarına  neden dünya  duyarsız kaldı?
Sorular bitmedi tükenmedi!
Keşke'ler, niçin'ler yargılandı hep yüreklerde.

Kardeşçe yaşanılan Yugoslavya'da herşey  1 mart 1992 'de bağımsızlık adına yapılan referandumdan, evet çıkması sonucu, etnik bir soykırım hareketinin düğmesine basılmasıyla başladı.
Müslüman halka gözdağı vermek amacıyla Sırp milisler, ülkenin her yerinde şiddetin dozunu arttırarak toplu katliamlarda binlerce insanı katlettiler.
Hedefleri Müslüman, erkek ve çocuk olan bu katliamın başaktörleri eski bir psikiyatri doktoru, bir general ile ona bağlılık gösteren gözlerini kan bürümüş Sırp saldırganlardı...
Bu öyle bir dramdı ki, vahşetin boyutu  hergün daha da çoğalıyordu.

Ülkenin heryerinden çığlıklar yükseliyordu.
O çok medeni olduklarını savunan devletler, bu çığlıklara kulaklarını tıkamış, sadece seyretmekle yetiniyorlardı...
Her gün binlerce Müslüman canını kurtarmak pahasına, yerini yurdunu bırakıp göç etmeye başlamışlardı.Can güvenlikleri için göçe zorlanan bu insanlar, BİRLEŞMİŞ MİLLETLER BARIŞ GÜCÜ tarafından, sözde güvenli  bölge ilan edilen, koruma altına alınan Srebrenista, Zepa ve Goradze'ye  yerleştiler.
İki yıl, hiçbir yardım konvoyunun ulaşamadığı bu bölgelerde sıkıntılarla karşılaşan Boşnaklar, tüm silahlarını da Barış Gücü askerlerine teslim edince savunmasız kaldılar.
Güvendikleri tek güç olan Birleşmiş Milletlerin Barış Gücü, 11 temmuz 1995'te  başlayan etnik soykırım hareketinde duyarsız, ve belki de bilinçli olarak ilgisiz davranınca, bedelini 10 bin Boşnak Müslüman sivil halk, hunharca katledilerek ödedi...
Barış Gücü askerlerinin eksilmeyen tek kurşunlarına karşılık, katil sırp milisleri, direnişsiz, önlerine çıkan herkesi acımasızca katlettiler.

Ellerini uzatsalar  dokunacakları  noktadaki, AVRUPA VE DÜNYA DEVLET'LERİNİN  gözleri önünde olan olaylara karşı  duyarsızlığından  cesaret alan Sırp'lar  planlı, destekli, korkusuzca  etnik soykırım planını gerçekleştirdiler...
Üstüne üstlük, 15 yıl sonra bu gün, soykırımı yapan savaş suçlusuna ödül verenleri kınayamayacak  kadarda, ilgisiz  kaldılar.

Bu öyle bir katliamdı ki, tek bir bomba atışıyla, savunmasız, okul bahçesinde oynayan 105 çocuğu gözlerini kırpmadan öldürebilecek kadar gözü dönmüş insanların acımasızlığını, tarihin sayfalarına yazdırmıştı!
Bu öyle bir katliamdı ki, Avrupa’nın göbeğinde 312 bin kişi hayatını kaybetti. Ölenlerin 35 bini çocuktu...
Bu kayıpların 200 bin kadarı Boşnak halkına ait olup, sistematik bir şekilde bu insanlar soykırıma uğradılar.

Evini terk eden 2 milyon kişi ile 18 bin kişi de  kayıptı...
Tecavüz kamplarında yaşanan tüyler ürpertici olaylar yüzünden ise, ruh sağlığını yitirmiş,yaşam hakkı elinden alınmış,tüm hayalleri yıkılmış,hayatları mahvolmuş 50 bin tecavüz mağduru kadın vardı savaşın o kanlı yüzünde... .
Düşünün!
7 yaşında, bilemediği anlayamadığı bir sebeple,tanımadığı bir cani tarafından tecavüz edilen bir çocuğa, savaşı, haklıyı, haksızı nasıl anlatabilirsiniz ki?
Asla anlatamaz sınız!
Her savaşta vardır tecavüz denen bu acımasız, bu soysuz eylem!
Ama böylesi bir vahşet, hiç bir savaşta, savaş stratejisi olarak benimsenmemiş, bu kadar önplana çıkmamıştır.
Barış zamanına benzemez savaş günleri. Yok edişi simgeler...
Yok ettiğide insandır... Ruhların ,bedenlerin yok edildiği, halen mezarlarına ulaşılamayan o çaresiz insanlardır savaşın gerçek yüzü!
Bosna'da bugüne kadar üçyüzü aşkın toplu mezar bulundu.
Aramalar hala sürüyor.
15 yıl önce katledilen, daha sonra bedenleri parçalara bölünüp, değişik mıntıkalardaki toplu mezarlara dağıtılan insan uzuvlarından gidilerek, kurbanların kimlikleri belirlenmeye çalışılıyor.
Bosnalılar kayıplarını bulmak için, artık mavi kelebekleri izliyorlar.

Nadir bulunan bu kelebek, misk otu adı verilen bu bitkiden can alıyor.
Bir diğer adı da  ÖLÜM ÇİÇEĞİ.
Bu gün Ölüm çiçekleri, ıssız vadilerde, savaşın kurbanı bedenlerin bir parçasını barındıran toplu mezarlar üzerinde çıkıp, yol gösteriyor Bosna halkına.
O insanlar için kelebekler ağladı, ölüm çiçekleri ağladı.
Varlıklarını onlara borçlu olmalarına rağmen ağladılar acımasızlığa ...
Doğa bu vahşete dayanamadı yol gösterdi Bosna Halkına...
Ama  uygarım diyen Dünya,  sadece  seyretti...

Derler ki'' Eğer bir gün yolunuz Bosna'ya düşerde, gökyüzünde özgürce uçuşan mavi kelebekleri görürseniz bilin ki; orada yüzlerce masum savaş mağduru yatmakta!''
 
Sevgiyle Kalın
 
Hale  GÜLOĞLU