29 Şubat 2012 Çarşamba

GEÇMİŞE ÖZLEMLE DEĞİL, GELECEĞE UMUTLA BAKMALIYIZ...

Geçmişe bir yolculuğa ne dersiniz? 1881’den  1923’e uzayan, bir ulusun kurtuluşunu anlatan, varoluş mücadelesinin  yazıldığı  o destansı   yıllara…
 Yıl 1881...Rumeli ‘de,  Selanik’te bir ülkenin kaderini belirleyecek, bağımsızlık mücadelesini verecek  bir çocuk,  gözlerini dünyaya açtı. Adını Mustafa koydular. Son derece hareketli bir çocukluğun ardından eğitim hayatına başladı.
 Makedonya’nın en gelişmiş şehri olan Selânik’te, yeni fikirlere açık bir ortamda kendini geliştirme imkanı bulan Mustafa , renkli etnik yapısıyla farklı din ve ırkların bir arada yaşadığı bu şehirde büyük bir vizyon kazandı..
 Okul eğitimini MANASTIR ASKERİ İDADİSİ’nde tamamladı..Okul’da onu çok seven öğretmeni Mustafa’ya, Kemal adını verdi.
Mustafa Kemal’i en çok etkileyen olay, 1897 tarihli Türk-Yunan Savaşı olmuştu..
Türk Ordusu’nun savaş meydanında parlak bir zafer kazanmasına rağmen barış masasında zararlı çıkmasına çok içerlemiş ve yüreği daha da coşkun  bir vatan sevgisiyle dolmuştu.
Milli mücadele yılları, 19 Mayıs 1919’da Samsun’dan başladı.
1.ve  2. İnönü muharebeleri, Sakarya muharebesi ve Büyük Taaruz, Başkomutanlık  Meydan Muharebesi  ve KURTULUŞ  SAVAŞI… 
 9 Eylül 1922’de, İzmir’ de düşmanın  denize dökülüşü,  Kurtuluş Savaşı’nın sonu oldu…
O gün, askeri  anlamda  bir milat’ın sonu, sivil anlamda ise başlangıcı oldu. Artık asker Kemal  gitmiş, sivil  Mustafa Kemal  gelmişti.
Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş  Savaşı’nın  sivil zaferi olan Lozan Barış Antlaşması’nın temelleri üzerine kuruldu.
New  York Times, bir ulusun Kurtuluş mücadelesini, bağımsızlığa kavuşmasını ve Lozan Barış Antlaşması üzerine şunları yazmıştı..
 ‘’Lozan’ı Atatürk kazandı; son iki yüz yılda ihtiyar Asya’nın Avrupa’ya karşı kazandığı ilk zafer’’

29 Ekim 1923’te toplanan  TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ, saat 18:45’te  ilk oturumunu  açtı.  Saat 20:30’ta milletvekilleri’nin  ‘’YAŞASIN CUMHURİYET’’ diyen coşkulu  tezahüratlarıyla saat  20:30’ta CUMHURİYET ilan edildi.
Yeni,  yepyeni  bir  TÜRKİYE CUMHURİYETİ’nin   temelleri  o gün  atıldı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun 1.Dünya Savaşı’nda yenik sayılmasından sonra; yıkıntılarından, küllerinden doğan enkaz temizlenmeye, Anadolu toprakları üzerinde  yeni bir  bina  inşa eder gibi, yepyeni  bir ülke inşa edilmeye başlanmıştı. Bir devir kapanmış, yepyeni bir devir açılmıştı. Saltanat’ın hakim olduğu, kara çarşaflıların ve fes’lilerin kol gezdiği bir imparatorluğun izlerini silmek kolay değildi.
Müslüman olmakla, Arap harflerinin kullanması arasındaki o güçlü bağı yıkmak, Latin alfabesini kabul ettirmek de öyle çok kolay değildi..
12 milyon nüfusa sahip, bunun 1.5 milyonu'nu Rumeli'den Anadolu'ya gelenlerin oluşturduğu bir ulusu, bu kadar radikal değişimlere alıştırmak  hiç kolay değildi. Mustafa Kemal ve arkadaşları yılmadılar.
İnkılap ve devrimleri hayata geçirdiler. Siyasi, sosyal, eğitim, kültür, ekonomi ve hukuk alanında devrimler yaptılar. Soyadı Kanunu’nun çıkmasıyla, TBMM  tarafından Türk’ün Ata’sı  anlamını  taşıyan ATATÜRK soyadı, Mustafa KEMAL’e  verildi.
 Yıllardır saltanatla yönetilen  halk, zamanla Cumhuriyet kavramını benimsemeye başladı…
‘’Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa'ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kütlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. Zayıf bir kadındı. Ata'nın yolunu keserek titrek bir sesle:
- Beni tanıdın mı oğul? dedi... Ben sizin Selanik'te komşunuzdum. Bir oğlum var: Devlet Demir Yolları'na girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat Müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış... Ne olur bir kere de siz söyleyiniz.
Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak
ve yüksek sesle:
- Oğlunu almadılar mı? dedi. Ben salık verdiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçercesine dolu bir sesle:
- İşte Cumhuriyetten beklediğimiz sonuç... diyordu. ‘’
Ulusal  konulardaki  ileri görüşlüğünün yanında, uluslararası ilişkilerde de  ileri görüşlü olan Atatürk, bir gün bir gazetecinin Amerika ile ilgili görüşlerini sorduğunda, şu cevabı verecekti.
’Dünya milletleri bir apartmanda oturan sakinler gibidir. Amerika Birleşik Devletleri, bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır.
 Eğer, apartman, oturanların bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına olanak yoktur.
Savaş için de aynı şey olabilir. Amerika Birleşik Devletleri’nin savaş çıktığı takdirde tarafsızlık siyasetini koruması olanaksızdır.
Bundan başka, Amerika, büyük, kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet olduğundan, kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez..’’

Bir ülkenin tarihi,  o ülkenin dikiz aynası gibidir…
Eğer siz dikiz aynanızdan arkanızdan gelenleri, sizi takip edenleri kontrol etmezseniz, bilin ki güvenliğiniz tehlikeye girmiş demektir.
Bir ülkenin mirasçıları, emanetçileride dikiz aynalarını kontrol etmezler geçmişlerini unuturlarsa, geleceklerine ümitle bakamayacaklardır.
Tarihine sahip çıkan  uluslar, her zaman başları dik ve gururla yaşar.
Geçmişini unutan, tarih bilincini kaybetmiş toplumlar ise, hafızalarını ve belleklerini kaybetmiş, bilinçsiz yaşayan sürüler gibi oradan oraya savrulur giderler.

Son söz;

ARTIK GEÇMİŞE DEĞİL, GELECEĞE YOLCULUK YAPMALIYIZ…

GEÇMİŞE ÖZLEMLE  DEĞİL, GELECEĞE UMUTLA BAKMALIYIZ…

Sevgiyle Kalın

Hale GÜLOĞLU

ATATÜRK'TEN İSMET PAŞA'YA!


Atatürk'ten İsmet Paşa'ya 30.10.1923       

"SEVGİLİ Paşam, Cumhuriyet'in ilk başbakanı olarak seni düşünüyorum. Dur, hiç itiraz etme. Niye seni seçtiğimi şimdi anlayacaksın. Bizi yine büyük bir savaş bekliyor. Durumumuzun bir bölümünü Cephe Komutanı ve Lozan Başdelegesi olarak elbette biliyorsun. Büyük devletlerin bu sefil duruma bakarak, kısa zamanda pes edeceğimizi sandıklarını Lozan dönüşü sen bize anlattın. Ben sana şimdi bildiğinden daha da acıklı olan genel durumu özetleyeceğim. Bize geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz. Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az. 4.000 km. kadar demiryolu var. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz. Ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamamız, vatanın bütünlüğünü sağlamamız şart. Denizciliğimiz acınacak durumda. Köylümüzü topraklandırmalı, ihtiyacı olan bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız. Doğudaki aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni Cumhuriyet'le de insanlıkla da bağdaşmaz. Bu durumu düzeltmeli, halkı kurtarmalıyız. Her yerde tefeciler halkı eziyor. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getirtiyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor. Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta. Bebek ölüm oranı % 60'ı geçiyor. Nüfusun % 80'i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bölümü göçebe. Telefon, motor, makine yok. Sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Kiremiti bile ithal ediyoruz. Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir'in bazı semtlerinde var. Düşmanın yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmamız gerekiyor. Yunanistan'dan gelen göçmen sayısı da 400 bini geçecek. İktisadi hayatımız da, eğitim durumumuz da içler acısı. İktisatçımız da çok az. Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi hiç çözülmemiş. Oysa Cumhuriyet'in insan malzemesini hazırlamalı, namus cephesini güçlendirmeliyiz. Kültür eserleri kaçırılmış, kaçırılmaya devam ediliyor. Raporlarda daha ayrıntılı, daha acı bilgiler var. Bunları Bakanlara ve parti yönetim kuruluna da ver. Genel durumu tam bilsinler. Bütçemiz, gelirimiz yetersiz. İktisadi çıkmazdan kurtulmak için geliştirdiğim bir düşüncem var. Bu düşünceyi günü gelince konuşuruz. Hedefimiz milli iktisat, bağımsızlığın sürekli olması için iktisadi bağımsızlık temel ilkemiz olmalı. Osmanlı bu gerçeği geç fark etti. Fark ettiği zaman çok geç kalmıştı. Cumhuriyet'e uygun bir anayasaya gerek var. Bu zor durumdan nasıl çıkılabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde, ne de bir deney. Ama yılmamak, ucuz, geçici çarelerle yetinmemek, halkı kurtarmak için sorunları çözmek, kalkınmak, ilerlemek, milli egemenliğe dayalı, uygar ve özgür bir toplum oluşturmak, yüzyılımızın düzeyine yetişmek, kısacası çağdaşlaşmak, bu büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız. Bu ana kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte arayıp bulacağız. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız. Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği kutsal bir görev bu. Bu büyük görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim. Allah yardımcımız olsun!"
 
Tarih 30 Ekim 1923... Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa'yı Köşk'e davet eder. Ülkenin genel durumu hakkında hazırlattığı raporları İsmet Paşa'ya böyle sunar. Atatürk ve arkadaşlarının devraldıkları ülke işte böyle perişan durumdaydı.  10 Kasım'da parlak nutuklar atarak, bağlılıklarımızı bildirerek andığımız Atatürk'ün nasıl bir mucize yarattığının bilincinde miyiz? Bugün ona sahip çıkabiliyor muyuz? Yoksa sadece nutuk mu atıyoruz?
 

4 Şubat 2012 Cumartesi

LEYLA


Benim amaçsızca dolaşıp inanılmaz haz aldığım nadir yerlerden biridir kitapçılar. O büyülü dünyanın kapısından içeri girdiğiniz an da bambaşka bir dünya karşılar sizi...

Rafların arasında  dolaşır, etrafa şöyle bir göz  gezdirirsiniz önce...Bir kitaba takılır kalır gözleriniz, uzanıp elinize alırsınız. O  ilk an inanılmazdır. Hani  hiç açılmamış o kitabın, ilk sayfalarını açtığınız an da burnunuza gelen yeni kokusu vardır ya; acaip  güzel gelir insana.
Yüzlerce, binlerce kitabın içinde kaybolur gidersiniz...

İşte böyle bir gün, kitaplar arasında  dolaşırken gözüme çarptı Leyla...O parlak görüntüsüyle ön yüzündeki esmer, hüzün dolu masum bir genç kızın yüzüne takıldı gözlerim...Şöyle bir baktıktan sonra, beni ilk bakışta kendisine çeken bu kitabı heyecanla elime aldım.Parmaklarımı o pırıl pırıl parlayan kuşe kağıdının üstünde, usulca  gezdirdim. Bu kez farklıydı. Çok etkileyeciydi. Neydi beni çeken acaba? Bir anda; ''Acaba konusu ne'' diye bir merak sardı beni. Arka yüzünü  çevirdim aceleyle. Sanki elimden alacaklarmış gibi, elimden  uçacakmış gibi sımsıkı tutarak...
İlk gözüme çarpan büyük başlıklarla yazılmış, ben de merak uyandıran o etkileyici  sözcükleri  bir solukta okumaya başladım.


BOSNA'LI BİR KIZIN YÜREĞİNİZİ  BURKACAK  VE  TÜYLERİNİZİ  ÜRPERTECEK  GERÇEK HAYAT  ÖYKÜSÜ... 

Bir hayat hikayesi; gerçek, yaşanmış  bir Rumeli öyküsü. Bu ona sahip olmam için yeterliydi aslında. Zira son zamanlarda İlk tanıştığım insanların bana; siz Rumeli' limisiniz diye sormaları, nedense beni fazlasıyla etkilemeye başlamıştı.

Bu yüzden mi bilmiyorum ama, Rumeli  denince daha bir  hassas  olmaya başlamıştım  sanki. Belki de etnik kimlik söylemlerinin yoğunlaştığı  bir  döneme girmiş olmamızdı bu hassalığımın sebebi. Bu da kitabı almamdaki en büyük etkendi aslında. O  yüzden de daha fazla  ilgimi  çekmiş olabilirdi bu tılsımlı sözcükler...
Hiç düşünmeden kitabı alıp eve dönerken, bir an doğdukları yere hasret son nefeslerini veren dedem ve babaannem  geldi aklıma.Yaşadıkları yerleri, mallarını, mülklerini  bırakıp yeni ufuklara yelken açan iki vatan yorgunu o çileli insanlardandı onlar...Aynı Ayten AYGEN'in, BENİM RUMELİ'M kitabında anlatıldığı gibi. Göçe zorlanmış, parçalanmış hayatlarla dolu Benim Rumelim'i okuduğum zaman da aynen böyle hissetmiştim. Beni o dönemlere götüren muhteşem bir anlatımı  vardı.
Muhtemelen onu okuduğum  gibi  Leyla'yıda hiç  nefessiz okuyacaktım. Eve geldiğim an hevesle hemen kitabın başına oturdum. Öyle bir dehlizin içine girdim ki, zaman mefhumu denen o dilim tamamıyla yok olup gitmiş gibiydi. İnanılmazdı.Bir insanlık dramıydı anlatılanlar...
Bosna ve bir genç kızın yıkılan dünyası! Bosna'da hayatının baharındaki genç bir kızın dramı. Her satırında içimi hüzünle dolduran, elimden bırakamadığım Leyla'nın öyküsüydü, hayalleriydi  anlatılan. Hüzün vardı, vahşet vardı yaşananlarda...Balkanlar'da yaşayan; Sırp, Hırvat ve müslüman kimlikteki insanların kardeşken bir gece de nasıl düşman olduklarını anlatan sarsıcı bir kitaptı bu.16 yaşında bir genç kızın yürek burkan, acı dolu hikayesiydi...
Bosna'daki toplama kampında geçen, bir ömür geçmiş gibi yaşanılan; upuzun bir 2 yıl!
''Onu hayatta tutan tek şey hayalleri'' demişti terapistler. Savaşın o baskıcı ve karanlık yüzünü anlatan bu kadın, o dokunaklı kaderini yaşamanın hüznünü, suskunluğunu atamamıştı yıllarca...
O tek değildi ki!
Onun gibi binlerce kadın bu tecavüz kamplarında yaşadıkları tüyler ürpertici olaylar yüzünden ruh sağlıklarını yitirmişlerdi. Her savaşta kadına şiddet ve tecavüz vardı belki ama; burada, Balkanlar'da yaşanan toplu tecavüzlerdi yeni olan! Ve bu tecavüzler uygulanan politikanın bir parçasıydı aslında. Sistematik eziyetin yöntemleri vardı bu savaşta. Ruhsal ve bedensel sakatlıklar ise, yaşanan travmaların sadece bir yüzüydü

 
Yaşam hakkı elinden alınmış, tüm hayalleri yıkılmış, hayatları mahvolmuş insanların yaşadıklarıydı aslolan...     .
Benim hayat luğatımda yer almayan; toplama kampı, etnik temizlik, toplu tecavüz denen, vahşet içeren bu  sözcüklerin ne ifade ettiğini, bu kitabı okuyunca çok daha iyi anladım. Korkunç bir öyküydü bu!
ALEXANDRA CAVELIUS'un kaleme aldığı LEYLA'nın hikayesini  okuduğunuz da sizinde gözleriniz yaşaracak.
Bir ülkenin nasıl parçalandığını görecek, onun dünyasına girecek ve  yaşadığı cehenneme tanık olacaksınız.

Eminim ki; sizler de benim gibi, savaşın o karanlık soğuk yüzünü görecek, içinizde esecek  duygusal fırtınalardan etkileneceksiniz... 
Sevgiyle  kalın


HALE  GÜLOĞLU....